FEEDJIT Live Traffic Feed

SON GÜN

31.12.2007

İkibinyedi yılının son günü. Zamanın bölümlenmiş bir cüz'ünün nihâyete ermesi, sevinilecek bir şey mi? Ya da üzülmeli mi insan?

Biten bir yıl neyi ifade ediyor sizin için? Yahut biten bir ömür?

Çoğu kimse gerine gerine telaffuz eder şu cümleyi: Geçmişte pişman olacak hiç bir şey yapmadım. Bu sebeble mutluyum, huzurluyum, gururluyum. Falan filan. Aslında bu söylenenlere kendi de inanmıyor ya!

Kimin nedâmeti yok ki! Hayata geldin mi peşinen kabul ediyorsun zaten hatalı olmayı insan olmakla. Kaldı ki hatasız olmayan da insan değildir şayet melek yahut yaptıklarından mes'ul olmayan başka bir canlı değilse. O zaman hatalarının nedâmetini taşımayan, bu mesuliyeti yüklenmeyen bir şahıstır ancak böyle iddialı lafları eden kimse.

Hatalar insanı küçültmez. Tâ ki bilsin ve kabul etsin ve boyun eğsin. Nedâmet duysun. Ve bu nedâmet hissini küçümsemesin. Çünkü insan oluşunu hatırlatır bu kişiye. İnsan olduğunu unutmak, kibir yoluna atılan ilk adımdır diye düşünüyorum ben. Kibir de kişiye yaptıklarını hep doğru olarak gösterir. Ki yukardaki paragrafta bahse konu olan şahsın durumu da bu yola çıkmış olur böylece.

'88 yılında bir teksir kâğıdına karaladığım basit bir çizgiye rastladım bugün arşivimi karıştırırken. Ve o karalamayı çizdiğim ân'a geri döndüm birden. Soğuk bir Ankara günü. Kar da vardı yanlış hatırlamıyorsam. Üzerindeki tarihi görünce yirmi yıl öncesine ait bir belgeye dokunmak, o belgenin oluştuğu mekân ve zamanı tekrardan zihnimde şekillendirmek, epeycesi nedâmetle yoğrulu hâtıraların sasılığı, o anları ve mekânları üleştiğim insanlarla birlikte şâhidi olduğumuz hâdiseleri hatırlamak, içimi tuhaf bir burukluğun doldurmasına sebeb oldu.



























Yirmi yıl... Bir ömür sayılır. Ve bu ömür, benim ömrümün içinde.


2007 yılı, son gününde bende böyle bir his ve hâtırayla nihâyete erdi.

Hayat devam etmekte. Ve ömrümüzü nihâyete bağlayacak günleri sayma tuhaflığı da beraberinde.




AĞLAMAK

29.12.2007

gidenler_ağlamak

Ağlamayı unuttuk.

Nisyanlarımız arasında ağlamak da var artık. Çok büyük acılar içindeyiz. Tarifi imkânsız sıkıntılar ve dertlerle muzdaribiz, lâkin bu hâl-i pür melâlimizin farkında değiliz ne yazık.

Geceleri başımızı yastığa koyduğumuzda, aynı anda bir yerlerde, acılar içinde kıvranan insanların, iffetini yitiren, ırzı hebâ edilen, kanı dökülen, ciğeri sökülen, evlâdı doğranan, aklı karışan, ruhu satılan, izzet ve haysiyet kelimelerinden bîhaber nefes alıp veren, üç kuruşluk değer için canı heder edilen, daha dünyaya bile gelmeden, gözünü bir kere olsun renklerle buluşturmaya fırsat bulamadan katledilen, aldanan, aldatılan, her gün her an farklı maskelerle birbirlerini kandıran, evlâdının gadrine uğrayan, kocasının zulmüyle yaşayan, karısının hıyanetiyle kahrolan, komşusunun hakkını gasbeden, maiyyetindekileri inim inim inleten, merhamet hissinden mahrum, başkalarının acılarından zevk duyan, fikirsiz, ilimsiz, sohbetsiz, gözleri yaşsız insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu hiç farkediyor musunuz acaba?

Bu milletin fertleri bir vakit, ağlayan birini görünce o hisli kalbinin hüzünlenmesine mâni olamaz, o da ağlayanın feryadına iştirâk eder, halledebileceği bir mesele ise elini uzatır, o acıyı dindirmek uğruna didinir durur, hiç olmazsa onunla haldâş olup, en temiz hisleriyle kendisi de gözlerinden yaş akıtırdı.

Bu milletin fertleri bir vakit, ağlamayı âşıklık mesleğinin lâzım-ı gayr-ı mufâriki addeder, sevgilinin hasretiyle pek derin elemlere garkolur, kan çanağına dönmüş gözlerinden kanlı yaşlar akıtır da, bunu hem erkekliğinin hem âşıklığının pek kıymetli bir nişânesi kabul ederdi.

Bu milletin fertleri bir vakit, eli göğsünde, dili kalbinde, gözleri ayak ucunda, simâsı hüzün bulutlarıyla kaplı, her soluğunda yakıcı ateşlerle yıkanmış "âh" nidâlarıyle varırlardı sevgilinin kapısına. Bir nâzara cân verir, bir gamzeyle cismi pür hûn olur, tek bir sâdasıyle mâşukun külliyen mestolurdu.

Yaprak düşse yüreği titreyen, yağmur yağsa hüzünlenen, bir garib görse ağlayan, okuduğu şiirle ağlayan, dinlediği mûsikîyle ağlayan, mumun etrafında dönüp duran pervânenin kaderini bildiğinden ağlayan, "ya Sevgili'nin azarıyle muhatab olursam" endişesiyle ağlayan, "ya Sevgili'nin hayat sunan nazarından mahrum olursam" korkusuyla titreyip ağlayan, ağıdı semânın ağıdına denk mazlumun ağıdına ağlayan, gizli dertlere mübtelâ olup ağlayan, ümitsiz sevdâlara tutulup da ağlayan insanlar hayat sürdü bir vakit bu topraklarda.

Ağlamak, gönül işidir. Yürek ister. Mertlik ister. Merhamet ister. İnsanlık ister.
Ağlamak, paha biçilmez hazinedir. En sert madenleri dahî yumuşatan pek kıymetli bir iksirdir.
Ağlamak, hâl işidir. Kâl ehlinin fehmetmekten uzak olduğu nihân içre bir nihândır.
Ağlamak, hem ruhun, hem gönlün hem cemiyetin en mühim gıdasıdır.
Ağlamak, merhamet hissindendir. Ağlamak rikkat-i kalp nişânesidir.
Ağlamak, nazar-ı Rahmân'ın celbine sebebdir. Ağlamak arzın semâya merhameti, semânın arza merhametine müsebbibdir.
Ağlamak, hakîkat pınarlarını coşturur.
Ağlamak, âlem-i sır perdesini aralar.
Ağlamak, meleklerin dahî imrendiği bir kıymetli hediyedir.
Ağlamak, "unutulmuşlardan" olmamanın habericisidir.
Ağlamak, "unutanlardan" olmamanın beyânıdır.
Ağlamak, Âdem aleyhisselâm'ın insana bıraktığı en güzel mirastır.

Unuttuk ağlamayı. Ağlamayı unutunca, onun getirdiği zenginliklerden de mahrum kaldık. Taşlaşan kalplerin tek şifâsı olan ağlamayı, yeniden öğrenmeliyiz.

Ağlayınız. Hem de hıçkıra hıçkıra. Kan çanağına dönsün gözleriniz.
Ağlayamıyorsanız eğer, ağlayamadığınıza ağlayınız. Çünkü bu hâl, hakikaten ağlanacak bir hâldir.


Mahmut ÇETİN
29.12.2007 Kilis

ŞEHİD -ALİ AHMED SAİD (ADONİS)-

26.12.2007


geceyi gördüğümde alev alev gözkapaklarında

ne bir hurma ağacı
ne bir yıldız çehresinde
bulamadım

esip durdum rüzgâr gibi
tepesinde
ve bir kamış gibi
kırıldım


(Çeviri: Mahmut ÇETİN)
'99 Ankara

BAYRAM

23.12.2007


Araplar bizim kullandığımız mânâda bayram kelimesinin karşılığı için 'ıyd kelimesini kullanırlar. AVD (عود )kök kelimesinden türemiştir. Başlayıp biten, tekrar dönüp tekrar başlayıp biten ve böyle devam eden anlamında bir kelimedir. Istılah mânâsiyle de, mu'tad olmuş sevinç ve huzur vakti mânâsını ifade eder.

Türkçemizde ise, kelime kökeni incelendiği vakit, en erken kullanımının onbirinci yüzyıl Karahanlı yazı türkçesinde, "badram" şekliyle, yine meşhûr Dîvân-ı Lügât-it Türk'de ise Oğuzca olarak kaydedilen kelime, "bayram" şekliyle tarih sahnesinde yerini almıştır.

Pehlevi dilinde bu kelime "padram", yine eski İran dillerinden olan Soğdca'da "neşe, huzur, mutluluk, sükûn" mânâlarını muhtevi olarak "patram" biçiminde kullanıldığı kaynaklarda belirtilmektedir.

Farsça "pati+" öneki "geri, tekrar" anlamındadır. Yine Farsça "râma", Sanksritçe "ram" kelimeleri de "sükûn, barış, mutluluk" anlamlarını taşımakta. "Patirâma" ya da "Patiram".

Fransızca'daki "resmi tatil, şenlik, kutlama, eğlenti" anlamındaki "fête" kelimesinin "pati" ile benzeşmesi ilginç. "Être â la fête" "Çok mutlu olmak", "Jour de fête" "Tatil günü", "Faire la fête" "Felekten bir gün çalmak".

İngilizce de bu kelimenin tam karşılığı bir anlamı hâiz kelimeye rastlamadım. En azından benim baktığım en meşhûr sözlüklerde yok. "Festival, festivity" kelimeleri ne kadar karşılıyor "bayram" kelimesinin anlamını bilemiyorum. Bir de "bairam" kelimesi var ki, bu da büyük ihtimalle İngilizce'ye aynı dil ailesinden olması sebebiyle Farsça'dan geçmiş olmalı.

Dün son gününü yaşadığımız Kurban Bayramı'nın ardından, zihnime takılan "bayram" kelimesi hakkında yaptığım kısa bir araştırmanın neticesi yukardaki birkaç kırık dökük bilgiden ibaret oldu.

Hep ıstılâh mânâsıyle karşılaştığımız bu kelimenin kökenini merak etmem, aslında kelime köken bilim hakkında ülkemizde yapılan çalışmalar konusunda da birazcık bilgi edinmeme vesile oldu. Ve edindiğim bilgi beni hayal kırıklığına uğrattı.

Her vesile ile zenginliğiyle, işlekliğiyle, geçmişiyle, akıcılığıyla övünüp durduğumuz ve övüp durduğumuz dilimizin, her konuda ihtiyacı karşılayacak kaynaklar açısından maalesef mahrum olduğunu görmek, bir kere daha bu dili seven ve konuşan, bu ülkenin bir vatandaşı olarak ve bir Türk olarak, beni cidden üzdü.

İnşaAllah, bu dile gönül vermiş, bu dile ciddi hizmetler yapma arzusunda olan insanlarımız, önemli bir saha olan kelime köken bilimde de kıymetli eserler meydana getirirler. Güzel Türkçemizin güzelliklerine ulaşmaya çalışan insanlara rahatlatıcı, tatmin edici, doyurucu kaynaklar takdim ederek, büyük bir hizmeti ifâ etmiş olurlar.


Mahmut ÇETİN



MEVLÂNÂ VE ŞEB-İ ARÛS

18.12.2007



































Negoftemet merov ancâ ki âşnât menem

Derîn serâb-ı fenâ çeşme-î hayât menem




Oraya gitme demedim mi sana,

seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi?

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî



Mânâ sultanları aynı zamanda söz sultanlarıdır da. Mevlânâ Hazretleri de bu sultanlığın sertâcı olsa gerek.

Dün bir televizyon kanalında Mevlânâ Hazretlerinin vuslâtının seney-i devriyesi nâmına tertîb edilen Şeb-i Arûs temâşâsını izledim. Temâşâyı kasden kullandığımı belirteyim. Çünkü maalesef cilâcılık alışkanlığı, yüzeyselcilik belâsı burda da kendini fazlasıyla gösteriyordu.

Zemin mükemmel, teknik imkânların elverişliliği had safhada, sunucuların vazifelerini icrâda gösterdikleri âzami cehd o kadar belirgin ki rahatsız edici olduğunun farkında bile değiller. Kadınlı erkekli grupların vaziyetine bakılınca hissedilen bu yüzeysellik daha da fazla farkediliyor.
Mûsîki icrâ heyeti de mûsîkinin gereklerini yerine getirmede hayli başarılılar.

Ancak; mesele nedir peki bu kadar olumlu sözler sarfediyorsam?


Mesele, tüm bu olan bitenlerdeki ruh eksikliği. Samimiyet eksikliği. Özden mahrum kabukta kalmış şahısların ortaya koydukları eserden hangi içtenliği, hangi kalbe tesir edici güzelliği görebilir ki aklı başında, gönlü açık herhangi biri.


Mevlâna Hazreteleri de ne yazık modernite illetinden payını aldı. Özünden gayrı her şeyin muhafaza edildiğini bilse, tekrar be tekrar demez miydi "ben tümünüzden bîzârım, ben bütün yaptıklarınızdan bîzârım, ben sizin kabukta kalan anlayışınızdan bîzârım". Demez miydi? Derdi.

Bana hep soğuk geldi ta en başından bu yana Mevlânâ Hazretlerinin böyle her kesimden, her dinden insanın diline dolanmış olması. Hiçbir zaman kabul etmedim bu çabalarda bir hüsnüniyet bulunduğunu. Bu son şeb-i arûs temâşâsında da bu haklılığımı görmek, hem üzüntüye hem iç rahatlığa sebeb oldu.

Mevlânâ Hazretleri, kendine yüklenen tüm sıfatların hepsinden evvel, bir velîdir. Velâyet hakkında bir bilgisi olmayanlar yahut velâyet muhalifi şahısların ne kadar tavsifi varsa O'nun hakkında, O, hepsinden de berîdir, hepsinden de arıdır. Nasıl ki Hazreti Peygamber, kendine atfedilen sıfatların hepsinden önce resul ise, peygamber ise, aynen Hazreti Mevlânâ da, tavsif edenlerin tavsifinden uzak, bir Hakk âşığı, bir velî kuldur. Gayri hükümler ve sahipleri, hüsnüniyetten uzak, ardniyetli ve Mevlâna'nın kendilerinden "bîzâr" olduğu kişilerdir.


HÂTIRALAR

16.12.2007


























Geceleri uyumayan gözlerimin yorgun ışığı semânın karanlığını delen yıldızlarla birlikte titreşip dururken, yüzünün hayâlinden bile uzak ruhum; arzularıma, yalnızlığıma, talihime, gam ve keder yüküyle kaddi bükük gönlüme biricik enîs olasın diledi.


Binlerce sır içinde söze gelen ancak bir harften ibaret.

Bu sırrı bilen de gönlüne gömmekten gayrı yol tutamaz.

Diledim ki; sırrım sırrın olsun, elin elimde olsun, gözüm gözünde olsun. Lâkin, kader hükmünü başka türlü icrâ eyledi.


İki ayrı gönül değil, sanki tek bir gönül iki ayrı tende idi. Benim dilim senin gönlünün tercümanı idi, senin dilin de benim gönlümün. Hatta çoğu vakit tercümana bile lüzum kalmaz, gönülden gönüle akışla bilirdik birbirimizi. Türlü ıtırlarla ferahlık veren o vuslat bahçesinin gülleri gibi tek bir bakışınla mest eder, divâne gönlüme en tatlı menbalardan daha tatlı hayat sularını sunardın yakut misâli leblerinle.


Heyhat!


O sürûr dolu saatler artık mâzide kaldı. Ve sen de ruhumun derinliklerinde kurumayan bir yarasın artık.

GAYRİ SÂFİ MİLLÎ HÂSILADA SAADETİN PAYI

14.12.2007

İstatistikler her zaman bana itici gelmiştir. Hatta iticilikten de öte, tiksindirmiştir yüzsüzlüğüyle. Herkesi herşeyi tek bir çizginin sınırlayıcılığında toplamak, bu bilimi icad eden düşüncenin/düşüncelerin pek de sâf olmadığına apaçık bir delildir.

İstatistikte zenginin de bir lirası vardır fakirin de. Dağdaki çoban da gelişmişlik mikyası addedilen kağıt kullanımından payına düşeni alır, memleketin en yüze gelir sermayedârı da.

Hep bir somutluk ister insan aklı. Soyut şeyleri bile illâ ki somutlaştıracak, kendi tespitindeki bir şekle sokacak. Yaratıcıyı bile bu fikirle tahtaların, taşların, çeşitli şekillerin sınırlarına dahil etme densizliği de bunun bir göstergesi bence. Kavrayışından aciz olduğu varlıkları, bölmek, parçalamak, ona şekil vermek, sınırlandırmak, eliyle tutup gözüyle görünür hale getirmek aslında acziyetinin en büyük ifadesi.
İnsanların hayatiyetinin rakamlarla ölçülmesi, onların gelişmişliklerinin, zihinlerinin, mutluluklarının, birbirleriyle olan ilişkilerinin rakamlarla ifade edilmeye çalışılması, bu acziyetin devamı bence.

Bir ülkenin vatandaşlarının okuma yazma nisbetinin yüzde bilmem kaç olması, o ülkenin gelişmişlik göstergelerinden bir tanesi. Ama peki, bu vatandaşların neyi okudukları, ne zaman ve nasıl okudukları, okumanın sadece tahsille ilgili olup olmadığı, genel kabul dahilindeki eğitim çarkının haricinde kalan şahısların bu ölçütün neresinde oldukları, bilginin insan hayatındaki etkilerinin, sonuçlarının neler olduğu hususunda dikkate alınan sonuçlar var mıdır? Ya da bu sonuçlar dikkate alınıyor mudur acaba?


Peki, saadet dediğimiz şeyin istatistiki bilgilerini nasıl ediniyoruz? Ya da böyle bir bilgi ortaya konuluyor mudur? Saadetin varlığının toplumda ölçütü nedir? Ülkenin vatandaşları, hangi hal ve şartlarda saadet zenginliğine sahip olmakta, neyi kıyas tutarak kendilerini mes'ud addetmekteler acaba?


Yıllık olarak beyân edilen, gayri sâfi millî hâsılada kişi başına düşen gelir ölçütünün yanında gider ölçütü neden yoktur? Bu gelirin hep para kıymetinde ölçülmesi işlerin yolunda olduğunun beyânı mıdır? Kişilerin yıllık saadet geliri hesaplaması neden bu tabloda yer almamaktadır? Düşen maddi gelirin artırılması yönünde her kesimin kendince çabaları olduğu halde, neden saadet gelirindeki dibe vuruşun önünün alınması için bir tedbir alınmaz?


Mahmut ÇETİN


MECNÛN

13.12.2007

kim dost olur ölüme denildi,
ben dedim
kim evlenir cinnetle denildi,
ben dedim
vakt-i seherde yâr kokusu denildi,
âh dedim


Mahmut ÇETİN
Ankara

ŞİİR-İ GÜLGÛN

ses kıvrım kıvrımdır sükûttan doğan
yapraktaki mûsiki hüznün senfonisi
harfler birer hânende aşkla nâlân
kelimeler kevnin mecnûn çığlığı

sırlarla ketum giz denizi çöl
kumları sanki gözyaşları iştiyâkın
bir katre ıslak ateş ve gül
hikâyesi sonsuz visâl meftûnlarının



'92 Ankara

NÂÇÂR

12.12.2007

sevgilinin ardı sıra bir rüzgâr olsam,
bilirim ki yakarım nazenin tenini,
gidemem.

sevgilinin gözünde bir hayal olsam,
bilirim ki üzerim naif yüreğini,
duramam.

sevgilinin elinde bir gül olsam,
bilirim ki incitirim nazik ellerini,
ölürüm.

sevgilinin gözünde bir bulut olsam,
bilirim ki o da bunu ister
yağmur olur ığıl ığıl
yağarım.

sevgilinin gözünde bir çöl olsam,
derûnumdan süzerim de suyumu
cân olur cânına
sunarım.

sevgilinin gönlünde bir murad olsam,
muradımı muradına katar
ağlarım,
sızlarım,
yanarım...


07.12.07

KISA BİR OKUMA NOTU


























Bu kısa okuma notunu doksanüç martında, Füsûs el Hikem'in "Âdem Kelimesindeki İlâhî Hikmet" faslına kaydetmişim. Bugün kitaplığımdan rastgele seçtiğim bu kitabı, bundan ondört yıl evvel okurken duyduğum hazzı, ne yazık bugün hissedemedim.


"Her yokluk, bir varlığa sebebtir."

"Ferdi varlığımız hâricindeki mevcut varlıkların bize karşı durumları, korkuyu getirdiği gibi, akılla oynamayı daha doğrusu hükmetmeyi becerebildiğimiz vakit, istibdat hususiyetini de kazanıyoruz. Anlık görünüşüne varlığın yine anlık tepkisi (sınırsız türde, şekilde, boyutta) varlığımızın acz ve kuvveti iki tarafında tutan gönülün işi..."

"Meleklerin şuuru yok. O halde insanın melek olma ihtimali de yok. Ancak melekten üstün olma ihtimâli mevcut. Diplerin dibine inme ihtimali de mevcut. Şuurun bu noktada elinden tutan? Sûret asl münâsebeti aksin izhârı, ışığın bilinmemesine rağmen. Işık, suret, asl? Bu izhar, ihtiyâri değil, icbâri."

"Şuur ve şiir. Şuurun bildirdiği şiir yahut şiirin doğurduğu şuur?"


FÂSILA VE MÂZERET BEYÂNI

11.12.2007

Geçen hafta ilk defa şahit olduğum bir windows hatası ile karşılaştım. Diyor ki: "Windows profilinizi yükleyemiyor. Yöneticiniz ile görüşünüz." Ve ardından ikinci hata mesajında da: "Windows yerel profili bulamıyor. Geçici bir profil kullanarak oturumu açmanızı sağlıyor." İlginç.

Bana nedense cemiyetin hal-i hâzırdaki vaziyetini çağrıştırdı bu hata mesajı. Cemiyetimiz de bir profil bozukluğu hatası ile muzdarib sanki. Ve kendine ait olmayan geçici bir profille hayatını idâme ettiriyor gibi.

Bunun ardından pazar günü de elektrik kesintisinin azizliğine uğradım. Kalayım mı gideyim mi çelişkisindeki elektrik, nihayetinde gitmeye karar verdi. Maalesef beraberinde de bilgisayarımı da aldı götürdü. Epeyce zâyiâta sebeb oldu.

Dün akşam bu zayiâtın telâfisinin ardından, tekrar kavuştuk mavili, siyahlı, bayırlık manzaralı temâşaya.

Buraya kadar mâzeret beyânı idi. Umarım okuyucularca mâzur görülmüşüzdür. Kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaAllah. Son yazımdaki Şekspir Efendi'nin veciz deyişine tekrar mâruz kalmaz isek elbette.

Son söz:
"Güneş her halde doğacak. Mühim olan onu seherden uyanık karşılamak."

VERMEYİNCE MABUD...

8.12.2007



























Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,

Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

diyor Shakespeare.

Ya güneşi bilip de dokunamamak, ya yıldızları görüp de uzanamamak, ya içinin sesini tüm benliğinle duyup da dinleyememek, bile bile sevdayı, vazgeçmek, vazgeçmek, vazgeçmek...

Bela bazılarına karşı pek cömert. Kimilerine şöyle bir uğrayıp geçerken, kimilerine de yüzsüz misafir gibi yapışıp kalıyor. Ya bela çekiyor kişiyi, yahut kişi belayı. Ya ceza niyetine yaptıklarının karşılığında görüyor, yahut inceden inceye büyüsün için ruhu.

Meşhur meseldir, "vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud". Hak söz. Doğru söz. Dileyen dilemeyince, sultanlar bile çaresiz kalır. Kaldı ki, Dileyen'in dilemesine söz söylemek haddimize mi! Haşa!

Ancak insanın bunu yaşarken anlatması, yaşadığını anlatması, başkalarının buna inanması gayet zor. Hem pek zor.

Shakespeare ile bitirelim yine. "Bela gelince tek tek gelmez, hep birden gelir."




KADERİN ELİNDE

7.12.2007

gidenler_kaderin_elinde

Çocukluğumda pek çok kere ölümle burun buruna geldim. Geldim diyorum, çünkü biri hariç kalan diğer badireleri çok net hatırlıyorum. Hatırlamadığım, annemin anlattığı hadise henüz yaşamamış iken beşikten tepe üstü düşmem ve bunun neticesinde beyin kanaması geçirmem.
Şimdi ölümle olan tüm bu rastlaşmalara bakınca düşünüyorum ki: "ÖLÜM İNCE İŞMİŞ MEĞER..."

Anne ve babası öğretmen olan, iki kardeşle arkadaşlığımız vardı. İsimleri hala hatırımdadır. Henüz üç yaşımdayım. Çocukluk bu ya, illa öcülerimiz, düşmanlarımız, kötülerimiz, canavarlarımız olacak. Bizim sokağın öcüsü ise yaşlı bir Rus kadındı. Güya kadın geceleri şekil değiştirip, küçük çocukları evine alıyor sonra bahçesindeki kuyuya atıyordu. Bunu kimler uydurur, nasıl inanırız bilmiyorum ama inanmayanın olduğunu da sanmıyorum.

Birgün bu iki kardeş (birinin ismi Savaş diğerinin ki Barış. O yıllar Kıbrıs Savaşı yılları) beni oturmakta olduğum evimizin kapısının önünden alıp, kolumdan sürükleyerek az ötedeki gruba dahil etti ve hemen orda grubun en büyüğü olan ev sahibimizin oğlu Ramazan ile gözgöze getirdi. Ramazan beni sevmezdi. Ben de onu tabi. Mardinliydiler. İki ablası vardı. Evlerinin salonundaki sobanın başında uzun, siyah, parlak saçlarını tararken bana gülümsemeleri, beni sevmeleri donuk bir hayal gibi gözlerimin önündedir hala.

Neyse. Harekat yapılacak. Rus kadın evinde dövülecek, kollarından evin bahçesindeki ağaca bağlanacak ve askerlerin gelmesi beklenecekti. Benim görevim de gözcülük.
Evin yüksekçe duvarına grubun üyelerinin yardımıyla çıkarıldım. İncecik duvar üzerinde, dengemi hemencecik kaybettim ve gerisin geriye pat diye düşüverdim zemine. Buraya kadar olanlar hatırladıklarım. Sonrasını hatırlamıyorum. Çocuklar nereye gittiler, ne yaptılar, eve nasıl geldim? Hiçbiri hatırımda yok. Ancak, gözümü açtığımda başucumda annemi ağlar vaziyette buldum. Bir de yastığımın üzerinde birkaç damla kan.

Hatırladığım ilk ölümle pas geçme deneyimi olan bu hadiseden sonra, yükseklik korkusu bende yeretti.

Kaderin benim üzerimde daha yapacak çok işi vardı. Ve bu öyle görünüyordu ki, epeyce uğraştırıcı bir iş olacaktı.

DERTSİZLİK DERDİNDEN MUZDARİB OLANLAR

6.12.2007




İnsan zekâsı son derece tuhaf bir şey. Alışılmış hayatın dışına çıkıldığı vakit, işleyişi de farklılaşıyor. Bunu en iyi hastalık döneminde farkediyorum ben. Bir de deha seviyesine ulaşan zekâ var ki, benim inandığım, aşkın ortaya çıkardığı bir durum. Hani en güzel en iyiyi elzem kılar ya!


İlgisi yok belki ancak, şu an ismi hatırımdan çıkmış bir şair diyor ki:

Aşk derdinin devâsı kâbil-i derman değil
Terk-i cân derler bu derdin muteber dermanına

Derman isteyen kim!

Bu söyleyişe yakın bir şiir de, bir batılının hafsalasından, ruhundan, gönlünden kopup gelmiş. Diyor ki bu batılı şair:

Yeter, yeter ağladıklarım artık doymuşum,
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum,
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

İşte cân derdinden vazgeçmiş, cânan kucağının hasretiyle ağlayan, sarhoş bir gönül.

Rimbaud'nun hayatını merak ediyorum doğrusu. En kısa zamanda şümullü bir araştırma yapmam gerektiğini hissediyorum nedense şu an. Belki aynı fecrin, aynı ayın ve güneşin dipsizliğini yaşadığımdandır. Belki bu teknenin bana da gayrı yük olduğunu hissetmemdendir.

Ne de olsa böylece yoldaş sayılırız. Aynı yolda gidenler birbirini tanımalı bence.

GÖNÜL VE HÜZÜN

5.12.2007




















Şair:

göçüp gitti suad, kalbim bugün hasta, paramparça,
onun izinin ardında, kurtuluş ümidi olmayan prangalı bir esir
demiş.

Sevgilinin adı avuntu, gözleri sığınak...
Yitirdi gönül "sahra"sını...
Gönül, hayalin hayaline kapılmış...
Gönül, yakıcı bir hayalle mil çekilmiş gözler gibi düşmüş zulmete...

Felek, o keskin ve kesin darbesiyle yine yaptı yapacağını.
Şimdi hangi sığınak avutur seni...

Suad gitti... Evet. Hem pek uzaklara. Erişilmez diyarlara.
Gözden de uzak, elden de, sesten de uzak...

Ey gönül! Peki ya senden?


KELİMELER

3.12.2007

gidenler_kelimeler

Bir kabuk gibi, filizlenmeyi bekleyen fikirlerin üstünü örten...

Bir zırh gibi, saldırılara karşı bizi koruması beklenen...
Bir örtü gibi, bilinmemesi gerekenleri gizleyen...
Bilinmemesi gereken acıları, aşkları, hataları, ayrılıkları, öfkeyi, kini, laneti...
Bir mızrak gibi, pervâsızca, hoyratça kullandığımız dost düşman ayırdetmeden...
Bir sihir gibi, bazen Musa'nın dilinden dökülen, bazen şeytanın kustuğu...

Ölümün haberi de, doğumun haberi de kelime...
Aşkın ilânı da, ayrılığın beyânı da kelime...
İnsanoğlunun büyüdükçe ağulara buladığı en somut soyut varlık, kelime...

Varlığı "ol"duran da kelime, ölümü "öl"düren de...
Meleklerin zikri de kelime, aşıkların fikri de...
Kevnin hazinesinde pırıldayan kalemin yazdığı da kelime, şairin gönül hazinesinden südûr eden de...

Demiri eriten ateşin daha fazlasını aşığın "ah" lafzıyla fezâya taşıyan da...
Gülü rengine boyayan da kelime, garip bülbülün kelimeleri...
Mecnun'u çöllere düşüren de... Aşk kitabında okuduğu Leyla kelimesi...

Cibril-i Emin'in nefesiyle dolu bir kelime, İsa...
Yusuf'u zindana düşüren de... "heyte lek"...

Gözlerin taşıdığı manayı gönüle ulaştıran...
Yağmurun hiddetini bazen... Şimşekle...
Cânândan haber getiren de kelime... Riyh-us Sabâ...

Tarfetul Ayn miktarı yoklukla varlığa bürünmüş kevnin hazinesi...
KELİME...


NE EFSUN!


Mahmut ÇETİN



PAZAR SABAHINDA BİR KLASİK ŞARKININ HİSSETTİRDİKLERİ

2.12.2007

Mutadım üzre, yine güneşi ardımda bırakıp, ondan evvel davranıp uyandım yorucu bir uykunun ardından. Nedense zihnime takılan bu şarkı birden dökülmeye başladı dilimde.

Sesimin pek güzel olduğunu söyleyemem. Ancak bazı klasik sanat müziği eserlerini pek de rahatsız edici olmayacak bir şekilde söyleyebilirim. Ve bundan zevk alırım.Enveri güftesi, Hacı Sadullah Ağa bestesi:

Nideyim sahn-ı çemen seyrini cananım yok
Bir yanımca salınır serv-i hiramânım yok,

bu şarkılardan birisi. Zeki Müren'den dinlemek bu şarkıyı ayrı bir zevk tabii. Onun yorumunu kimseyle kıyaslamak mümkün değil bence. Hele bir de taş plak kaydından dinliyorsanız, azıcık da olsa gönül yangısına uğramış biriyseniz, alıp götürür sizi kimi zaman dinginliklere, kimi zaman nedametle yoğrulmuş yıllara...

Perişan ömrümün neş'esi söndü
Hicran şarabından içtim içeli
Bu cihan gözümde seraba döndü
Sevda-yı zülfünden geçtim geçeli

Telleri inlerdi rebâb-ı aşkın
Gönülden geçerken mızrab-ı aşkın
Herşeyi unuttum kitab-ı aşkın
Akla karasını seçtim seçeli

Hey, hey, hey, hey,
En şen gönüllerde yine gam buldum
Her zevkin sonunda bir elem buldum
Teselli yerine hep sitem buldum
Ağyâre derdimi açtım açalı

Diye inleyen nağmeler, ğârik-i belâ-yı aşk olmuş gönüllerin serâpa ateşe yanması gayesiyle çınlıyor sanki gök kubbede hala.

NİHAYET VAKTİ GELDİ...

30.11.2007


Neyin vakti?

Sonunda kendimi günlük blog yazma konusunda kâfi derecede donanımlı, kararlı, hazırlıklı, azimli hissettim bugün.

Günlük yazı, benim için hayli ciddi bir uğraş manasını taşıdığı için şu ana kadar uzak durdum hep.


Periyodik olmayan ve ağırlıklı olarak edebî nitelikte yazılar yazdım, kendi şiirlerimi ve çevirilerimi paylaştım iki blogumda.


Aslına bakarsanız, "gidenler" içerik olarak çok daha farklı olarak düşünülmüştü en başta. İsmi aldığım vakit, terkedenlerin ve terkedilmişlerin hikâyeleriyle örülmüş bir blogtu zihnimdeki. İşe bakın ki, bir terkin ardından bu içerik fikrini terkettim.


Hayat, bazen güleni ağlatıyor, ağlayanı güldürüyor. Bazen gülünesi şeylere ağlıyoruz, ağlanılası şeylere gülüyoruz. Ama zannedersem asıl mesele de, bu ikircikli durumdan kendinize ait olan soruyu doğruca tespit edip, isabetli cevapla kazançlar hanesine bir çentik daha atabilmek olsa gerek.


Evet, dediğim gibi, "gidenler"'in hikâyesinde, terkedilmişliğin blogu olmak vardı. Ancak, kader gidenler'i başka bir hüvviyete bürüdü.


Ağırlıklı olarak çeşitli tarihlerde yazılmış şiirlerim var. Beraberinde, Nizar KABBANİ şiirlerinin tarafımdan yapılan çevirileri. Ve yine bazen etkileyici hikâyeleri de barındıracak içerisinde bu blog. Nihayetinde ise, günlük yazılarımı da ihtiva edecek bu saatten sonra.


Bu arada, bir bilgi olarak şunu da kaydetmek lüzumunu hissediyorum. Daha doğrusu bu bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum.

GİDENLER şiiri, bu blogla beraber hayatiyet bulmuştur. Boş sayfaya bakarken ne yazayım diye ( tabii bu bakışma epey uzun bir müddet sürdü) birden kelimeler dökülüverdi ekrana. Ve bu şiirimi gerçekten çok sevdim.

aşkın yedi vadisinden zarif zarif gidenler
gülü koklayarak yağmur olup gidenler




OSMAN OKÇU'YA

6.11.2007

kusmuğu beyninde kaltak şehrin
kirletilmiş aşklarıdır yaşanan şimdi


Mahmut ÇETİN
İstanbul '95

İKİLİKLER

1.10.2007

SIR

aysız bir gece kadar karanlıksın bazen
ve unutulmuş bir söz kadar yaralayıcı


ŞAİR

görmesin kimse zinhar, şairi hâkir
dağ ağlar vallahi, ağlarsa şair


HAYAL

kimsesiz bir hayalsin bu dünya otağında
kendine bile elsin en bilindik çağında


YOL

her yolun varacağı bir yol vardır
yollar da döne döne perişan ve bîtabdır


SEVGİLİ

ayışığı gül teninde sarı bir güz gibi
yağmur kokuyor nefesin bir sır verir gibi


ÖLÜM

eğer zaman da ölümünü bilseydi
vazgeçerdi günleri çağırmaktan



PRELUD

30.09.2007

gök
mavi bir uçuştur denizden kopan
ve deniz dudakları kupkuru bir sevdalı

dağ
kavi soluklarıdır arzın aşktan içre
ve renk bitimsiz cümbüşü yar tebessümünün

çöl
sakin bir kelime; iri, derin
ve mecrası yoğrulan en zarif tenlerin

aşk
sonsuz rahmetin derûndaki nüvesi
ve gül kızıl bir yaprak göğsünden aşığın


Mahmut ÇETİN
21.10.92 Ankara

DÎLHÛN

ğârik-i belâ olmuş ruhum mudur
yoksa belâyı muğrik ruhum mudur

ümmîd u şâdân iken vuslat ile
şimdi sermayem olan dîlhûn mudur

gaybeylemişim ben kendimi ya Hakk!
benim mi bu cism u cân onun mudur

kana kana içtiğim yâr elinden
bilmem ki ateş mi yoksa su mudur

şevk ile kılsam hemen cânım fedâ
kâkül-i dildâre dahi çok mudur

şu'lesiyle bile yakan ruhumu
Ya Vedûd! aşk mı yoksa cünûn mudur

âşıka bîrahm ile cevreyleyen
ey bîvefa ol Rahim'e kul mudur

firâk-ı rûy-i zemin ile nâlân
hem giryân ol sehâb mı yağmur mudur

nazarı berk-i hafî derûnumda
cennet acep yârin âgûşu mudur

sırr-ı Rahman âyinesi uşşaka
fikret gönül kuyu mu Yusuf mudur

âteş-i aşka yanmış âsi kulun
söyle ya Rab! merdûd mu Mahmud mudur



Mahmut ÇETİN
15.04.01

LEYLA

Leyla leyl-i sevda imiş
Leyla bîvefa imiş
bildim
bir vakit öfke kusmuş
bir vakit merhamet dilenmişim
Leyla leyl-i sevda imiş
Leyla ruhumun hayali imiş


Mahmut ÇETİN
01.04.01

SENARYO

Sükût

göğün aksi gölde
yüzen yapraklar
bulut

Sükût

yıldızların aksi çölde
yüzen kervanlar
sevgili

Sükût

ruhun aksi gözde
yüzen hayaller
nedâmet

Sükût

ellerimden uçup giden bir kuş
yağmurun ıslaklığı yüzümde
solgun tenine sevgilinin bir dokunuş
ruhum cinnet sınırında

gerilmiş ip gibi zaman
zihnin geniş ürpertisi
kan
irkilme kaslarımda
uzayıp gerilen yüzüm

ve
çığlık



Mahmut ÇETİN
'92 Ankara

AY'A ŞIIR

lacivert bulutların gerisinden
okurken şiirimi
ağladığını duydum
Ay'ın
hasretinden


Mahmut ÇETİN
'92 Ankara

BİR DERBTE DUA

bildim, yüreğime düşen bu kordan nazar
hiçbir vakte sığmaz
çünkü
öylesine gerdi ki zamanı gözlerim
soluksuz hayrette
kalakaldım


Mahmut ÇETİN
'92 Ankara

ESRÂR-I AŞK

gönlüm bir ney olmuş neyzeni sevgili
üfleyip durmakta her nefes esrâr-ı aşk
makamından

Mahmut ÇETİN
18.04.01

BÛY-İ HOŞ

bûy-i hoşdur diyerek koklar herkes gülü
bilmez ki kimse o bûy benim nefesimdir
rengine tutkun olur her gören göz gülü
görmez ki hiçbir göz o sinemin demidir


Mahmut ÇETİN
11.04.01

TEK PERDELİK BİR OYUN

Aklı Yoğunlardan Biri:
hangi dağa baksam sen değilsin
hangi tene girsem ben değilim

ışık ne tam ışık gölge ne tam gölge
el attıkça kayıp gidenlerin raksı bu
iki perde arasındaki sahnede

ağar üstüne gözlerimin ışığı bir buse gibi
kanatır dudağımı sesin

Bir Meczub:
ah dipsiz bakış
ah zavallılık
biri onurlu diğeri alık
Sana medet asla rücû
Sana rücû bana ölüm

ölüm neyle buyruk ne
aklım uçuşuyor çok uzak
örümcek ağı gibi gizli
aniden canı saracak

Bir Klavuz:
idrâki idrâkten acze düşse bir zeka
yetişir Yegâne Müncî medet umunca

Teninden Sıyrılan Bir Ruh:
ey Gâib İlâh!
ey Sevdiğim!
aha, sana dönük gözlerim
zamansız, mekânsız
bir soluk ister yüreğim

ve bir nokta bu sıkıntıya
çünkü hiç alışamadım ben
bu oyuna

Hatiften Bir Ses:
ışık ışığı boğunca
Son İlk'e girince
ses Âhengi bulunca
söz bitince

ve dem gelir
Kabul
rücûyu alır

-perde-

Mahmut ÇETİN
06.07.94 Ankara


AŞK'A DAİR...

Büyük mutasavvıflardan Ebu Aliyy-i Farmidi anlatıyor:
Allah, yarın mahşer gününde bir kula, "al, bak, oku" diye amel defterini sunar. Kul o deftere bir iki saat bakar durur. Fakat içinde ne günah görür ne sevap. Der ki: "Ya Rab! Ne diliyorsan, hiçbiri bu deftere yazılmamış." Hitap gelir, denirr ki: "Ben aşıklarımın iyiliğini kötülüğünü deftere yazmam."
Rab, senin iyini kötünü az anmada. Sen de artık cenneti cehennemi az an.

Aradan vesile va vasıta kalktı mı artık ebediyyen sen bizimsin, bizdesin.
Bu sana gerekmiyorsa ne kıvranıp durursun? Ne varsa hepsi biziz, hep biz. Sense bir hiçten ibaretsin. Vahşicesine huzura gelirsen, kendine gelesin diye sana amel defterini verirler.
Bir gül yaprağı kadar bile tahammül ve kudretimiz olmadıktan sonra artık her cüz'ün ebedi hayata sahip olmasına imkan yoktur.
Okuma yazma bilmeyen Peygambere uyulduktan sonra O, elbette haksız ve yanlış bir defter okunmasını istemez. Sen amel defterine ait sözler söyler, duyarsan mana bakımından hemencecik küstah oldun demektir.

Büyük Sultan, Gazneli Mahmud hakkında hikayedir ki:
Din padişahı, bahtı kutlu Sultan Mahmud, bir gün askenin huzurunda geçit resmi yapılmasını istedi. Sultan'ın kıymetli kölesi Ayaz ise ortalarda görünmüyordu. Padişah onu çağırtmak için bir asker gönderdi. Asker Ayaz'a: "Padişah senin için orduya geçit yaptırıyor ve seni bekliyor" dedi. Ayaz da askere cevabını verdi. Asker Sultan Mahmud'un huzuruna geldi ve: "Ayaz, gelmeyeceğini söyledi ve bana "git, o bahadır Padişaha söyle, hiçbir aşık sevgilisine varlığını göstermeye kalkışmaz. Bana varlığını göstermiş, göstermemiş, bence bunun bir değeri yok. Kendisini versin bana, ben başka birşey istemem" dedi.



KİM

23.08.2007

sor ey sevdiğim sor her kanlı sehere
başını dağlara vurup ağlayan kim?
âvâre bir yıldız gibi son fecirde
secde secde izini bûseyleyen kim?

09/04/01
Mahmut ÇETİN

HÜKÜM

bezm-i ezelin hükmü ümrana bir çiğ düştü
ümrandan bahtıma canım ol mehpeyker düştü

kenz-i felekten nasib cevr u cefa imiş
can ağyârdan bîzâr ahbabtan ayrı düştü


GÖNÜL

niye bir katre kanında bunca endişe gönül
tefekkür eyleyip yâr ile şeb-i vuslatı, gül
el hak! bu dünya gam virânesi, hem kanlı bir toprak
o sinesi pürhûn bülbül şimdi ne söylüyor bak!


Mahmut ÇETİN

AY GAZALI

ellerin bir nur dudağında karanfil
yahut bir nur karanfil dudağında

ılık bir esinti yüzümde tebessümün
gönlümün sonsuz iştiyâkı ritmi göğsünün

deniz kokusu saçların gece buğusu
deniz kokusu saçların güzün dokusu

çöl bakışlım, sevdiğim gözlerini açtığında
haclinden sararıp bin güneş batmakta

sevinçten yana nasipsizse, gülmüyorsa yüzüm
tutkunu oluşumdandır cânım, sendeki hüznün

göz düşer, yar kopar, sinemde ılık kan
söz uçar, cân akar, alır beni bu hicrân

elemimsin, ızdırâbımsın, hasretimsin, cinnetim
özümsün, ben'imsin, tecessümümsün, sebebim

aczden medet ummaksa insanda mârifet
sen benim en kavî aczimsin, medet!

meftûnum, sevdiğim, sevgilim dinle çünkü
SEN...

hiçbir kelime taşımaz bu yükü...


Mahmut ÇETİN

09/1993 Ankara

MAVİ GÜN

küçüğüm
vakte sığmıyor sevgi
ızdırab
ne emir var, nereden biliyorsan
sade uzat kollarını incecik tül gibi
hayat

Mahmut ÇETİN

KISA BİR HİKÂYE/قصة قصيرة

لا تقنطي ْابدأ من رحمة المطر
فقد ْاحبك في الخمسين من عمري
و قد احبك والاشخار يابسة
والثلج يسقط في قلبي و في شعري
و قد احبك حين الصيف غادرأ
فالارض من بعده تبكي علي الثمر
و قد احبك ـ يا عصفورتيـ و انا
محاصر بجبال الحزن والضجر
قد تحمل الريح اخبارأ مطميْنة
لناهديك قبيل الفجر فانتظري
لن تخرجي من رهان الحب خاسرة
عندي تراثي و عندي حكمة الشجر
فاستمتعي بالحضارات التي بقيت
علي شفاهي فإني آخر الحضر
* * * * * *

قرأت شعري عليها و هي نائمة
فما أحسستْ بتجريدي ولا صوري
و لا تحمس نهداها لقافيةٍ
و لا استجابأ لقيثرٍ و لا ترٍ
هززتها من ذراعيها فما انتبهت
نادية يا قطي البيضاء يا عمري
قومي ساهديك تيجانأ مرصعة
و أشتري لك بلدانأ بكاملها
و اشتري لك ضوء الشمس والقمر
* * * * * *
ناديت ناديت لكن لم يجب احد
في مخدع الحب غير الريح والمطر
ازحت اثوابها عنها فما اكترثت
كأنها يئست مني و من خطري
* * * * * *
و كان ليلي طويلأ مثل عادته
و كنت ابكي عتي قبرين من حخرٍ

نزار قباني


KISA BİR HİKÂYE

yağmurun rahmetinden sakın kesme ümidini
ömrümün sonbaharında sevmişken seni
ağaçlar meyvesizken sevmişim ben seni
kalbime yağarken kar ve saçlarıma
terkederken yaz bizi sevmiştim ben seni
ardından yazın ağlar yeryüzü üstüne meyvelerin
sevdim seni ey minik kuşum,
kuşatmışken beni hüzün ve keder dağları
fecirden hemen evvel
rüzgar kesin haberler taşır
tomurcuklanmış göğüslerinden bana,
ve sen bekle beni...
çıkma kefaletinden aşkın hüsran içre
geçmiş ve gelecek bendedir
ve bendedir hikmeti ağacın
sıkıca sarıl dudaklarımda kalan son medeniyete
ki ben en son şehirliyim

şiirimi okudum ona
uyurken
ne yokluğumu hissetti ne varlığımı
ne de kıpırdadı göğsü tek bir kafiyeye
......
kollarından sarstım ama uyanmadı
seslendim
ey kedicik
ey canım uyan
kalk artık
sana kıymetli taşlarla süslenmiş taçlar vereceğim
denizdeki incileri ve bir şehri bütünüyle
sonra da
ışığını alacağım sana güneşin ve ayın
..
bağırdım seslendim
lakin
duymadı kimse
aşkın odasında
rüzgar ve yağmurdan başka...
giysilerini soydum... ilgilenmedi bile
sanki ümitsizmiş gibi benden ve güzelliğimden
..
her zaman olduğu gibi uzundu gecem yine
ve ağlıyordum başında mezarların yine...

(Çeviri : Mahmut ÇETİN)


KUDÜS -NİZAR KABBANİ-

19.08.2007

KUDÜS

Ağladım
gözyaşlarım tükeninceye kadar
Namaz kıldım
mumlar eriyinceye kadar
Yorgun düşürünceye kadar beni
rükuda kaldım
Muhammed'i aradım sende
ve İsa'yı
Ey Kudüs!
Ey nebilerin kokusunu yayan şehir!
Arz ve sema arasındaki en kısa geçit.


Ey Kudüs!
Ey dinlerin ışığı!
Ey yanık parmaklı güzel çocuk!
Mahzundur gözlerin, ey Meryem'in şehri!
Ey resullerin uğrak yeri,
gölgelikler vahası!
Mahzundur yolların taşları
Mahzundur müezzinin sadası
Ey Kudüs!
Ey karalara bürünmüş güzel!
Kim çalar
Kıyamet Kilise'sinin çanlarını
pazar sabahları?
Yılbaşı gecesi
kim taşır çocuklara oyunları?


Ey Kudüs!
Ey hüzünler şehri
Ey gözkapaklarından yuvarlanan
kocaman gözyaşı!
Kim durdurur düşmanları
sana karşı, ey dinlerin gerdanlığı?
Kim yıkar kanları duvar taşlarından?
Kim kurtarır İncil'i
Kur'an'ı?
İsa'yı öldürenlerden
kim kurtarır İsa'yı?
İnsanlığı?...

Ey Kudüs, ey şehrim!
Ey Kudüs, ey sevgilim!
Yarın,
yarın çiçeklenecek limon ağaçları.
Ferahlık verecek sünbüller, yeşillikler
ve zeytin ağaçları
Gözler güler
Tertemiz göklere
geri döner göçen güvercinler,
ve oyunlarına çocuklar.
Çiçekli tepelerinde buluşur
oğullar ve babalar.

Ey ülkem!
Ey esenlik ve zeytin ülkesi!


(Çeviri: Mahmut ÇETİN)



القدس

بكيت.. حتى انتهت الدموع

صليت.. حتى ذابت الشموع

ركعت.. حتى ملّني الركوع

سألت عن محمد، فيكِ وعن يسوع

يا قُدسُ، يا مدينة تفوح أنبياء

يا أقصر الدروبِ بين الأرضِ والسماء

يا قدسُ، يا منارةَ الشرائع

يا طفلةً جميلةً محروقةَ الأصابع

حزينةٌ عيناكِ، يا مدينةَ البتول

يا واحةً ظليلةً مرَّ بها الرسول

حزينةٌ حجارةُ الشوارع

حزينةٌ مآذنُ الجوامع

يا قُدس، يا جميلةً تلتفُّ بالسواد

من يقرعُ الأجراسَ في كنيسةِ القيامة؟

صبيحةَ الآحاد..

من يحملُ الألعابَ للأولاد؟

في ليلةِ الميلاد..

يا قدسُ، يا مدينةَ الأحزان

يا دمعةً كبيرةً تجولُ في الأجفان

من يوقفُ العدوان؟

عليكِ، يا لؤلؤةَ الأديان

من يغسل الدماءَ عن حجارةِ الجدران؟

من ينقذُ الإنجيل؟

من ينقذُ القرآن؟

من ينقذُ المسيحَ ممن قتلوا المسيح؟

من ينقذُ الإنسان؟

يا قدسُ.. يا مدينتي

يا قدسُ.. يا حبيبتي

غداً.. غداً.. سيزهر الليمون

وتفرحُ السنابلُ الخضراءُ والزيتون

وتضحكُ العيون..

وترجعُ الحمائمُ المهاجرة..

إلى السقوفِ الطاهره

ويرجعُ الأطفالُ يلعبون

ويلتقي الآباءُ والبنون

على رباك الزاهرة..

يا بلدي..

يا بلد السلام والزيتون




SEVMEYİ SEVMEK

18.08.2007

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine.
"Sevginin yalnızca bahsini edenlerle, sevgiyi yaşayanlar arasında nasıl bir fark vardır?"
"Bakın göstereyim" demiş ermiş.
Önce; sevginin sade dedikodusunu yapan, onu dilden gönüle indirmeyi becerememiş olanları çağırarak, hazırladığı sofraya buyur etmiş hepsini.
Sofraya oturmuş davetliler. Ardından geniş kaseler içinde sıcak çorbalar gelmiş ve hemen yanlarına da 'derviş kaşıkları' diye tabir edilen sapı oldukça uzun kaşıklar indirilivermiş.
Ermiş:
"Bu kaşıkların ucundan tutarak içeceksiniz çorbayı," diye bir de şart koşmuş.
"Peki" demiş davetliler ve eline o upuzun kaşığı alan daldırmış kaseye hemen. Lakin kaşığı bir türlü ağızlarına götüremiyorlarmış. Uzun uğraşlar sonunda, döke saça birkaç damla çorba ya ulaşmış midelerine ya ulaşamamış. Nihayetinde aç bir şekilde kalkmışlar sofradan.
Ardından, "şimdi" demiş ermiş; "sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım sofraya."
Simaları sürurla kaplı, gözleri sevgi nuruyla parıldayan güzel insanlar buyurmuşlar sofraya. "Buyrun" denilince, herbiri eline aldığı o upuzun saplı kaşığı kaseye daldırdıktan sonra, hemen karşısında oturan kardeşine uzatıvermiş. Bu böylece devam etmiş. Ve dolayısıyle sofrada bulunan herkes yekdiğerini doyurmak suretiyle kendisi de doymuş. Şükrederek kalkmışlar sofradan.
"İşte" demiş ermiş,
"kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve yalnız kendi menfaati üzere bulunursa aç kalacaktır. Ve her kim ki, bu hayat sofrasında önce kardeşini düşünür ve bu hal üzere devam ederse, o da kardeşi tarafından aynı şekilde mukabele görecektir. Şunu unutmayın. Hayatta her zaman alan değil veren kazançlıdır."

GİDENLER

14.08.2007

eli göğsünde başı eğik gidenler,
dili kalbinde hüzne yenik gidenler,
gözü yolda aklı yarda gidenler,
izzet ü şerefi yedeğinde gidenler,
şu dünyaya aldanmayıp gidenler,
heva ve hevese uymayıp da gidenler,
dalga dalga sonsuzluğa gidenler,
gümüş tenli soy atlarla gidenler,
arş-ı âlâ'ya üç adımla gidenler,
Hızır ile İsa nefes gidenler,
Musa ile Yuşa gibi gidenler,
kahır çekip ah çekmeden gidenler,
sabır edip haline şükür ile gidenler,
razı olup kadere rıza ile gidenler,
sinesinde kor ateş dağ dağ olup gidenler,
Mecnun iken evvelde Leyla olup gidenler,
Leyla'sının izine yüzler sürüp gidenler,
gözün açıp yarini düşleyip de gidenler,
nokta nokta semada yıldız olup gidenler,
hüccet-i aşktır diye başın verip gidenler,
bir nazara canını teslim edip gidenler,
kurtlar ile kuşlar ile düşüp kalkıp gidenler,
sultan iken tahtını yele verip gidenler,
iğne ucunda alemi seyredip de gidenler,
Sırr-ı Hüdâ ile Sırr'a vâkıf gidenler,
Âdem meşreb üzre âdem olup gidenler,
Dâvud gibi alemden hoş sadâ ile gidenler,
aşkın yedi vadisinden zarif zarif gidenler,
gülü koklayarak yağmur olup gidenler,
tecelli-i Hâk ile Kelîm olup gidenler,
aşkın kuyusundan sultan olup gidenler,
süveyda-yı kalbinde kevn'i bulup gidenler,
sahra-yı iştiyâkta suya kanıp gidenler,
aşkın içre aşk var diye âhu olup gidenler,
bir âhunun peşinde sayyad olup gidenler,
yarin taht-ı kademinde turâb olup gidenler,
hicrân-ı elem ile nâlân olup gidenler,
tûl-i ömr-ü hayatta giryân olup gidenler,
hu hu diye seherde bülbül olup gidenler,
nazar-ı cânân ile envâr olup gidenler,
baştan başa hayrete düşüp mecnun gidenler,
bir katreden deryaya yol bulup gidenler,
can tılsımını kırıp hazineye gidenler,
âlem-i gaybın sırrı dillerinde gidenler,
setreyleyip halini mestur olup gidenler...

ellerinde nur, dillerinde nur, gözlerinde nur,
sinesinde nur, nazarında nur, cismi pür nur,
gece rengi saçlarında karanfil kokulu yağmur,

ardına bile bakmadan gidenler,
aşk denizinde boğulup
yarin kucağında doğdular...

Mahmut ÇETİN
14.08.2007 Kilis



Blog Widget by LinkWithin