FEEDJIT Live Traffic Feed

YÜCEL ÇAKMAKLI DA GÖÇ KERVANINDA

25.08.2009




Küçük bir kasabadan, Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yansımasını izlediğimiz merhum Tarık Buğra'nın Küçük Ağa isimli eserini beyazperdede kanlı canlı halde gözlere görünür kılan, ve bunu yaparken bir şaheser ortaya koyma becerisini de gösteren, üstad Yücel Çakmaklı da, göç kervanına dahil oldu.


Allah rahmet eylesin.

İstanbullu Hoca, Çolak Salih, Doktor Haydar Bey, Ali Emmi, Çerkez Ethem tiplemelerindeki büyük başarı, onları hala hatırlamamıza sebeb olmakta, olayları ve şahısları tarihin içerisinden kanıyla ve canıyla çıkarıp gözlerimizin önüne sermektedir.

Küçük Ağa, Yücel Çakmaklı'nın hatırda kalan en önemli eseri. En az bunun kadar bilinen ve özgün ve başarılı Kuruluş dizisini, naif bir aşk hikayesini edeb ve ahlak sınırları içerisinde izleyiciye tattırma becerisini gösterdiği Hacı Arif Bey dizisini de burda hatırlamak gerek.

Hayatıyla ve eserleriyle bu toprağa ait olduğunu, bu toprakların özü ve eseri olduğunu izharda hiçbir çekincesi olmadan ortaya koyan, bu naif ve yürekli ve yüce insanı, gittiği mekanın cennet olması dileğiyle, Rabbine uğurluyoruz.


ÖZDEN AYRI

24.08.2009

Şekle bağlanıp kaldık tümden. Soysuz ve bayağı sırıtışlar yüzlerde. Ne samimiyet, ne vicdan, ne ahlak ne iman. Bunca ulvi değerlerin kıymeti, az da olsa dünyalık değerlere gösterilen alakanın çok gerisinde kaldı artık.

İnsan, kendi söylediği sözün dahi, doğruluğu hakkında şüpheye düşer oldu. Kendi yalanına inanan ve onun ardısıra giden kişinin, hayır ve iyilik namına, terbiye ve fedakarlık namına, vatan ve millet namına verebileceği şeyler ne olabilir ki?

Hataların yahut günahların dahi ne kadar büyük olursa olsun, bir kefareti vardır. Hataya düşen bu halinden rücu eder ve özrünü de beyan ederse, af ve merhamet dairesine muhakkak girecektir. En büyük günahı irtikab etmek bahtsızlığına düşen biri dahi, yine başını eğip, gönlünü kanlandırarak, nedamet gözyaşlarıyla, havf ve haşyet hisleriyle dopdolu olarak rücu ettiği vakit herşeyin Sahibi'ne, elbette af ve merhamet dairesine dahil olacaktır.

Lakin, öyle bir hal-i perişan içerisindeyiz ki, ne hatalar sahipleniliyor ne günahlar. Daha da ötesi, irtikab edilen cürümlerle, göğüsler gerilerek, burunlar yukarılara kaldırılarak ve en ufak yüz kızarıklığı bile simalarda yer bulamadan, iftihar ediliyor. Bunun adı, iblisliktir. Lainliktir.

Ve dahi, son kerteye gelmiş dünyanın, silkelenip atılacağına işarettir.

Anlayanlar, hissedenler, baktıklarını görenler, ancak içlerinde seslendirebilmek acziyeti ve çaresizliği içerisinde, duaların ve yakarışların kucağında huzuru aramaktalar.

Havf ve reca tepeleri arasında koşuşturup duran mümin, yine de ümitvar olmakla mükelleftir.

Tutulacak yegane dal da, bu olsa gerek.


24.08.09 KİLİS

ÖLÇÜYÜ KAÇIRMAK

17.08.2009

Özgürlüğü her dilediğini hadsiz ölçüde yapabilme kudreti olarak gören insan, mutluluğu da, sahip olma eylemini bilânihâye kullanmaka elde edeceği vehmine düşmekle, madde boyutunda da mânâ boyutunda da kaybın en büyüğünü yaşamıştır.

Yaratıcı, yarattığı her şeyi bir ölçü üzerine yaratmıştır. Maddeyi de mânâyı da. Uç noktaların var oluşu onların kabul edilir olmasını yahut hoş görülür olmasını gerektirmez. İslâm, ne ifrattan yanadır ne tefritten. Ne sevmede aşırılığı hoş görür, ne nefrette. Zekât müessesesi ile hadsiz zenginliğe de kahredici yokluğa da gem vurmasını bilmiştir.

Saadet ikliminin hâkim olmasını da fert ve toplumun müşterek bir saygı ve ortak değerler üzerinde birleşerek hakkaniyet ve adalet zemininde buluşmasına bağlamıştır. Bu zeminin yeşerteceği fidanlar da ancak ve ancak erdemin en ulvî tezâhürünün, sevgide de nefrette de, düşmanlıkta da, dostlukta da, zenginlikte de, yoksullukta da ölçülü olmak hikmetine bağlı olduğunu müdrik kimseler olacaktır.

Hâl-i hazırdaki ahvâl ve şerâiti doğuran belki de yegâne sebeb, bu nizâm ve ölçünün hayatın her türlü sahasından bertaraf edilmesidir.

Ölçüyü kaçırmak tabiri, hepimizin bildiği bir tabirdir. Ancak, kaçan ölçünün mikyası kime göre yerinde yahut değil? Burda kaçan ölçünün yanında, aslında başka bir mesele daha var. O da ipin ucu.

Yani aslında ölçünün kaçmasında en büyük müessir, ipin ucunun kaçmış olması. İpin akla getirdiği ilk kavram "bağ" , "irtibat" kavramı değil mi? Biz insanların aramızda bir şekilde ve herhangi bir alaka ile "bağ"lılık tesis etmesi lazım iken, ya da böylesi bir irtibat var iken, bugün bu irtibatın türlü sebeblerle ortadan kalkması, yani "ipin ucu"nun kaçması neticesinde, ölçüyü de kaçırmış oluyoruz.

Kaçan ölçünün, aslında kaçan ipin ucu ile ilintisini farkettiğimiz an, kim bilir belki çok daha geç olmadan tutuveririz bir ucundan ipin.


Mahmut ÇETİN
17.08.09 Kilis

CÜMLELER

13.08.2009




"Rüyalarım bile bana küstü. Mağlubiyetlerle kuşatılmış bir ömür sürsem dahî, bir aşk kalsın isterdim benden geriye."


"Daha anne demesini bilmeden annesini kaybeden bir masumun annesini tanıdığı kadar tanımış olmak hayatı, bilmem keder mi yoksa hediyye mi?"

"Ölüm bana uzattığında dudaklarını, gözlerim gözlerini, ellerim ellerini ve leblerim leblerini arayacak. Heyhat, onlar hiç olmadı ki?"

"Sen irade ben eşya, sen sultan ben prangalı köle, sen ışık ben gölge...
Nereye kadar?
Ölüme?"

"Gönül için yegâne merhemdir ümit. Ümitsiz hayat ise mevt."




Mahmut ÇETİN
13.08.09 Kilis


BELA VE İNSAN

12.08.2009




Yıllar evvel, ders esnasında hocaya "Katrun Neda" isimli kitapta okuduğum bir dizeyi söylemiştim. Bugün aklıma düştü. Şöyleydi: "El-belâu müvekkilun bil-mantık" (arapça yazmak daha iyi olurdu ancak arzu eden bahsi geçen kitapta arapçasını da bulabilir), ne demek peki bu söz. Kelime kelime tercüme edersek, "bela, konuşmanın, dilin, sözün, müvekkilidir". Peki, demek istediği nedir bu sözün. O da şu: "belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır".


Yusuf Suresi'nin tefsirinde, bazı müfessirler; Yakub Aleyhissselam'ın Yusuf Aleyhisselam'dan ayrı düşmesinin onu ne kadar çok sevdiğini "diline" getirmesine bağlı olduğuna işaret ederler. Yine, Yusuf Aleyhisselam'ın kardeşleri tarafından kuyuya atılmasının ardından kaybını babalarına bildirirken uyduracakları bahaneyi, yalanı, yine Yakub Aleyhisselam'ın, onların Yusuf Aleyhisselam'ı oyuna götürme izni istediklerinde, onlara cevaben "O'nu kurdun yemesinden korkarım" demesinde bulduklarına işaret ederler.

Müfessirler, Yusuf Aleyhisselam'ın kadınların huzurunda onların kendisine yapmasını telkin ettikleri kötü şeyi reddederken, "sizin bana teklif ettiğiniz kötü şeyi yapmaktan ise zindana düşmek bana daha sevimlidir" demesinin, zindana düşüşüne sebeb olduğunu beyan ederler.

Zindanda, rüyalarının tabirlerini yaptığı iki zindan arkadaşlarından, çıktıkları vakit kendisini dışarda hatırlamalarını ve hükümdara hatırlatmalarını dilemesini de, dilinin belası olarak unutulmayı, hatırdan çıkarılmayı doğurduğunu beyan ederler.

Velhasıl, tarihin ilk günlerinden bu yana, insanın en büyük düşmanının kendisi ve hassaten dili olduğunu anlıyoruz. Dil belası, dîl yarasına sebeb. Dîl yarası, hem bu dünyanın hem ahiret hayatının mahvolmasına sebeb.

Ne belâ şey.

Tekrar edelim.

EL-BELÂU MÜVEKKİLUN BİL-MANTIK.

BELÂ AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE BAĞLIDIR.

Peki bu hususta acaba dirâyetimiz ne kadardır dersiniz.

Kendi hayatlarımıza şöyle bir göz attığımızda, cevabın bizi memnun edecek şekilde olduğunu düşünüyor musunuz?


Bana hiç sormayın. Çünkü,

YUSUFLUK CÜRMÜNÜ ÇOKTAN İŞLEMİŞİM BEN.


Not: Yazı üstündeki resim bana aittir. Ancak çizim, Erdal Başçı'nındır. Kendisi gayet yetenekli bir ressam aynı zamanda fotoğraf sanatçısıdır. Bu çizimin 92/93 yahut 94 yıllarına ait olduğunu düşünüyorum.



Mahmut ÇETİN

12.08.09 Kilis


İZHÂR-I HÂL

4.08.2009




ben aşık oldum sarardım soldum
gönlümde buldum seni Allahım
gönlüm yaralı dermana geldim
bu tatlı cânı kurbana geldim

yüzümde yâre gönlümde yâre
senden bir çâre ulu Allahım
gönlüm yaralı dermana geldim
bu tatlı cânı kurbana geldim




Blog Widget by LinkWithin