FEEDJIT Live Traffic Feed

KADİR GECESİ VE BİR DUA

15.09.2009




Nereden ve ne zaman kaydettiğimi unuttuğum bir dua, bu gece için en güzel dua diye düşünüyorum. Elbette benim için bu fikir.


Güzeller güzeli Peygamberimiz (s.a.v.), Taif'e tebliğ için gidip de, hüsranla geri döndükleri vakit, o hüzünlü kalpleri ile Rabbine yakarışıdır bu dua.

"Allah'ım!
Kuvetimin tükendiğini sana arzediyorum.
Gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü sana arzediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Sensin ezilmişlerin Rabbi!
Sensin benim Rabbim!
Beni kimlerin eline bıraktın?
Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi?
Yoksa, davamı ipotek edecek bir düşmana mı?
Eğer sen bana gücenmedinse,
Kesinlikle bunlara aldırmıyorum.
Lâkin iyiliğin beni rahatlatacaktır.
Senin nuruna sığınırım;
karanlıkları aydınlatan nuruna,
dünya ve ahiretimi kurtaracak nuruna.
Gelecek gazabın, bana ulaşacak öfkenden
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.
Sana sığınıyorum.
Yeter ki sen razı ol!
Güç ve kuvvet sendendir.
Yalnız senden.


GECENİN TÜM HAYRI VE BEREKETİ BÜTÜN ÖMRÜNÜZ BOYUNCA TÜM GÜZELLİKLERİYLE SİZLERİ SARIP SARMALASIN.


ÖPEN KİM TOKAT KİME?

14.09.2009

Çok kimsenin bildiğini düşündüğüm bir fıkra, ilk duyduğum zaman ben de gülmekten ziyade bu fıkrada ki keskin gözlem ve zekâya hayranlık hissi uyandırmıştı. Şöyledir:

Hareket halindeki bir trende her nasılsa bir subay, bu subayın emir eri, genç ve güzel bir kız ve kızın ninesi bulunmaktadır. Tren bir tünele girer. İş bu ya, ne trende ne tünelde zerre miktar ışık yok. Zifiri karanlık hüküm sürmekte. Trenin raylarda çıkardığı malum tıkırtı haricinde sessizlik vardır. Ancak bu sessizlik biraz sonra bir öpücük sesi ve ardından gelen bir tokat sesi ile bozulur.

Kompartımanda bulunan herkes yekdiğerinden şüphelenmekte ancak cesaret edip de ne olup bittiği sorulamamaktadır.

Genç ve güzel kız içinden şöyle konuşur: "Salak şey! Hem ninemi öptü, hem tokadı yedi."

Nine içinden şöyle konuşur: "Helâl olsun delikanlıya! Tokadı yedi ama, kızı da öptü."

Subay sinirli bir şekilde içinden şöyle konuşur: "Ulan şerefsiz asker! Kızı o öptü, tokadı ben yedim!"

Asker ise şeytani bir gülüş yüzünde, içinden şöyle konuşur: "Hem elimi öptüm, hem komutana tokadı bastım!"

Memleketin hâl-i pür melâlini izâhta bundan daha beliğ bir misâl olamaz.

Kim kimi öpmekte, kim kime tokadı basmakta belli değil. Öpen de, öpülme ümidinde olup ümidi boş çıkan da, yediği tokadı hiç de kabullenemese de sineye çekmek mecburiyetinde kalan da, bu memleketin mensubu şahıslar.

Hem hergün karşılaştığımız belki alış veriş yaptığımız, belki selam verip hal hatır sorduğumuz belki de bizzat kendi şahsımızdır. Tokada ses çıkarmadığımıza göre.

Yazık!

Genç kız sesini çıkarmadığına göre, belli ki iffet ve namus anlayışından bihaber yetişmiş. Aksi olsaydı, her ne hâlde olursa olsun, ses çıkarmasa bile o mekânı terketmeliydi. Ama kendisi yerine başkasının öpülmesini dert edinmiş.

Nine sesini çıkarmadığına göre ve dahî öpücük hadisesini tasvip edici fikredişi; bize onun da geçmişte bu mevzularda tecrübe sahibi olduğunu ve dolayısıyla ayni iffet ve namus noksanlığına düçâr oluşunu izhar etmekte.

Subay, bu kompartmandakilerin en şanssızı olduğu kadar ahlakî açıdan da en düşük durumda olanı. Çünkü, bir büyük olarak, bir idareci olarak kendi emniyeti altında addetmemiz gereken kimseler hakkında hiç de temiz duyguları olmadığını anlıyoruz. Öyle olmasa idi şayet, her ne olursa olsun, hadiseye bir şekilde müdahale etmesi elzem idi. Yediği tokadı sinesine çekmesi, fikren dahi olsa bed ahlâkının beyânı olmuştur.

"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır."

Haksızlığa susmak tarafını belli eder. Bunu âciz bir kadından, aklı bir karış havada genç kızdan, yahut cahil bir askerden beklemeyiz ancak; kıtalara, bölüklere kumanda eden, daha da ağırı, canlara hükmeden bir şahıstan beklememek de ancak safdîllik olur.

Askere gelince, onu ben biryerlere koyamadım.

Vakti gelince askerlik vazifesini yapan her Türk vatandaşı, nereye uygunsa oraya koysun bu asker şahsı.

Vesselam.


Mahmut ÇETİN
14.09.09 Kilis



İSTANBUL'DA AFET

9.09.2009

İstanbul afetle karşı karşıya.

Ne sözler ne ağıtlar ne isyanlar gidenleri geri getirmeyecek.

"ateş düştüğü yeri yakar" demiş büyükler...
doğru, lakin eksik...
ateş eğer düştüğü yerde kalırsa yakar...
ve eğer ateş düştüğü yerde ise ve yakıyorsa,
o ateşi söndürmeyenler
düştüğü yerde tutanlar
seyredenler
zannetmesin ki
kendileri berîdir yanmaktan.

bazen koca ormanları, koca şehirleri yakıp yok eden tek bir kıvılcımdır.

ateşin düştüğü yerden de muhakkak kıvılcımlar yükselir, sıçrar, yayılır en beklenmedik şekilde, zaman ve mekanda.

Selin götürdüğü canlar değil sadece. İnsanlığı da, merhameti de, vicdanı da, insafı da alıp götürdü. Can pazarında canlar çırpınırken bir yerde, öte yanda denaatin zirvesindeki insan kılığındaki mahlukların yağma peşine düşmeleri, bu toplumun geldiği son noktayı da göstermekte aynı zamanda.

Ne yüzde kızarma, ne çekinme var. Aksine şeytani sırıtışlar yüzlerde.

Benzer kansızlıklara 17 Ağustos depreminde de şahit olmuştuk. Hatta yaşayanlardan bizzat dinlediğim öyle hadiseler var ki, en ilkel kabilelerin dahî yüzünü kızartacak denaat ve rezillikte. Keza Erzincan depreminde kuyumcuların yıkılan dükkanlarından altınları yağmalayanlardan bazılarının, buna direnenleri boğazladıklarını, üzerine duvar yıkılmış can çekişen bir kadının kolundaki bilezikleri çıkararak almayı beceremeyince kolu kesip aldıklarını olayın şahitlerinden dinlemiştim vaktiyle.

Bu afetleri doğanın gazabı, doğanın intikamı diye adlandıran beyni sulanmışlar!

Bu insanın kendi elinin eseridir. Bu yağmurun, bulutun, zeminin, arzın öfkesinin değil; insanın alçalışının neticesinde ortaya çıkan hallerdir. Azıcık fikretme zahmetinde bulunanlar, bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlayacaklardır.

Devletin acil durumlara müdahalesinin hâlâ yeterli olmadığını da gördük bu arada. Bunca felaketlerin ardından henüz olması gerektiği gibi müdahele edilememesinin, yarın karşı karşıya kalacağımız çok daha büyük (savaş gibi, ki pek uzakta olduğunu sanmıyorum) felaketlerin azabının ve kaybının çok daha derin olacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok.

Arama ve kurtarma ekiplerinin yanında inzibati ekiplerin de anında ve yeterli donanım ve eğitimle hemen oluşturulması ve bu tür hadiselerde en etkin şekilde hareket etmelerini sağlayacak eğitim, materyal, kanuni düzenlemeler gibi unsurların acilen hayatiyete geçirilmesi gerektiğini, bizi idare edenlerin bu satırları yazan şahıstan daha iyi bildiklerini söylemeye gerek yoktur.

Yağmacılara verilecek cezanın da, en ağır nisbette olması gerektiğini hatta mevcut kanunlarda uygun düzeltmeler ve değişiklikler yapılarak bu türden tıynetsizlere hayat hakkı tanınmaması gereketiğini de, insanlık ve vicdan ve ahlak ve millet namına talep etmenin, herkesin hakkı ve vazifesi olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

Canını kaybedenlere rahmet, cananını kaybedenlere de sabırlar dilerim.

Allah (c.c), bizi amellerimiz sebebiyle felaketlere düçâr kılmasın!
İçimizdeki beyinsizler sebebiyle bizleri helâk etmesin!
Sevdikleri hürmetine, ağzı süt kokan günahsız bebekler hürmetine, ism-i Rahim hürmetine,
bela ve musibetlerden muhafaza buyursun.

AMİN!

YÜCEL ÇAKMAKLI DA GÖÇ KERVANINDA

25.08.2009




Küçük bir kasabadan, Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yansımasını izlediğimiz merhum Tarık Buğra'nın Küçük Ağa isimli eserini beyazperdede kanlı canlı halde gözlere görünür kılan, ve bunu yaparken bir şaheser ortaya koyma becerisini de gösteren, üstad Yücel Çakmaklı da, göç kervanına dahil oldu.


Allah rahmet eylesin.

İstanbullu Hoca, Çolak Salih, Doktor Haydar Bey, Ali Emmi, Çerkez Ethem tiplemelerindeki büyük başarı, onları hala hatırlamamıza sebeb olmakta, olayları ve şahısları tarihin içerisinden kanıyla ve canıyla çıkarıp gözlerimizin önüne sermektedir.

Küçük Ağa, Yücel Çakmaklı'nın hatırda kalan en önemli eseri. En az bunun kadar bilinen ve özgün ve başarılı Kuruluş dizisini, naif bir aşk hikayesini edeb ve ahlak sınırları içerisinde izleyiciye tattırma becerisini gösterdiği Hacı Arif Bey dizisini de burda hatırlamak gerek.

Hayatıyla ve eserleriyle bu toprağa ait olduğunu, bu toprakların özü ve eseri olduğunu izharda hiçbir çekincesi olmadan ortaya koyan, bu naif ve yürekli ve yüce insanı, gittiği mekanın cennet olması dileğiyle, Rabbine uğurluyoruz.


ÖZDEN AYRI

24.08.2009

Şekle bağlanıp kaldık tümden. Soysuz ve bayağı sırıtışlar yüzlerde. Ne samimiyet, ne vicdan, ne ahlak ne iman. Bunca ulvi değerlerin kıymeti, az da olsa dünyalık değerlere gösterilen alakanın çok gerisinde kaldı artık.

İnsan, kendi söylediği sözün dahi, doğruluğu hakkında şüpheye düşer oldu. Kendi yalanına inanan ve onun ardısıra giden kişinin, hayır ve iyilik namına, terbiye ve fedakarlık namına, vatan ve millet namına verebileceği şeyler ne olabilir ki?

Hataların yahut günahların dahi ne kadar büyük olursa olsun, bir kefareti vardır. Hataya düşen bu halinden rücu eder ve özrünü de beyan ederse, af ve merhamet dairesine muhakkak girecektir. En büyük günahı irtikab etmek bahtsızlığına düşen biri dahi, yine başını eğip, gönlünü kanlandırarak, nedamet gözyaşlarıyla, havf ve haşyet hisleriyle dopdolu olarak rücu ettiği vakit herşeyin Sahibi'ne, elbette af ve merhamet dairesine dahil olacaktır.

Lakin, öyle bir hal-i perişan içerisindeyiz ki, ne hatalar sahipleniliyor ne günahlar. Daha da ötesi, irtikab edilen cürümlerle, göğüsler gerilerek, burunlar yukarılara kaldırılarak ve en ufak yüz kızarıklığı bile simalarda yer bulamadan, iftihar ediliyor. Bunun adı, iblisliktir. Lainliktir.

Ve dahi, son kerteye gelmiş dünyanın, silkelenip atılacağına işarettir.

Anlayanlar, hissedenler, baktıklarını görenler, ancak içlerinde seslendirebilmek acziyeti ve çaresizliği içerisinde, duaların ve yakarışların kucağında huzuru aramaktalar.

Havf ve reca tepeleri arasında koşuşturup duran mümin, yine de ümitvar olmakla mükelleftir.

Tutulacak yegane dal da, bu olsa gerek.


24.08.09 KİLİS

ÖLÇÜYÜ KAÇIRMAK

17.08.2009

Özgürlüğü her dilediğini hadsiz ölçüde yapabilme kudreti olarak gören insan, mutluluğu da, sahip olma eylemini bilânihâye kullanmaka elde edeceği vehmine düşmekle, madde boyutunda da mânâ boyutunda da kaybın en büyüğünü yaşamıştır.

Yaratıcı, yarattığı her şeyi bir ölçü üzerine yaratmıştır. Maddeyi de mânâyı da. Uç noktaların var oluşu onların kabul edilir olmasını yahut hoş görülür olmasını gerektirmez. İslâm, ne ifrattan yanadır ne tefritten. Ne sevmede aşırılığı hoş görür, ne nefrette. Zekât müessesesi ile hadsiz zenginliğe de kahredici yokluğa da gem vurmasını bilmiştir.

Saadet ikliminin hâkim olmasını da fert ve toplumun müşterek bir saygı ve ortak değerler üzerinde birleşerek hakkaniyet ve adalet zemininde buluşmasına bağlamıştır. Bu zeminin yeşerteceği fidanlar da ancak ve ancak erdemin en ulvî tezâhürünün, sevgide de nefrette de, düşmanlıkta da, dostlukta da, zenginlikte de, yoksullukta da ölçülü olmak hikmetine bağlı olduğunu müdrik kimseler olacaktır.

Hâl-i hazırdaki ahvâl ve şerâiti doğuran belki de yegâne sebeb, bu nizâm ve ölçünün hayatın her türlü sahasından bertaraf edilmesidir.

Ölçüyü kaçırmak tabiri, hepimizin bildiği bir tabirdir. Ancak, kaçan ölçünün mikyası kime göre yerinde yahut değil? Burda kaçan ölçünün yanında, aslında başka bir mesele daha var. O da ipin ucu.

Yani aslında ölçünün kaçmasında en büyük müessir, ipin ucunun kaçmış olması. İpin akla getirdiği ilk kavram "bağ" , "irtibat" kavramı değil mi? Biz insanların aramızda bir şekilde ve herhangi bir alaka ile "bağ"lılık tesis etmesi lazım iken, ya da böylesi bir irtibat var iken, bugün bu irtibatın türlü sebeblerle ortadan kalkması, yani "ipin ucu"nun kaçması neticesinde, ölçüyü de kaçırmış oluyoruz.

Kaçan ölçünün, aslında kaçan ipin ucu ile ilintisini farkettiğimiz an, kim bilir belki çok daha geç olmadan tutuveririz bir ucundan ipin.


Mahmut ÇETİN
17.08.09 Kilis

CÜMLELER

13.08.2009




"Rüyalarım bile bana küstü. Mağlubiyetlerle kuşatılmış bir ömür sürsem dahî, bir aşk kalsın isterdim benden geriye."


"Daha anne demesini bilmeden annesini kaybeden bir masumun annesini tanıdığı kadar tanımış olmak hayatı, bilmem keder mi yoksa hediyye mi?"

"Ölüm bana uzattığında dudaklarını, gözlerim gözlerini, ellerim ellerini ve leblerim leblerini arayacak. Heyhat, onlar hiç olmadı ki?"

"Sen irade ben eşya, sen sultan ben prangalı köle, sen ışık ben gölge...
Nereye kadar?
Ölüme?"

"Gönül için yegâne merhemdir ümit. Ümitsiz hayat ise mevt."




Mahmut ÇETİN
13.08.09 Kilis


BELA VE İNSAN

12.08.2009




Yıllar evvel, ders esnasında hocaya "Katrun Neda" isimli kitapta okuduğum bir dizeyi söylemiştim. Bugün aklıma düştü. Şöyleydi: "El-belâu müvekkilun bil-mantık" (arapça yazmak daha iyi olurdu ancak arzu eden bahsi geçen kitapta arapçasını da bulabilir), ne demek peki bu söz. Kelime kelime tercüme edersek, "bela, konuşmanın, dilin, sözün, müvekkilidir". Peki, demek istediği nedir bu sözün. O da şu: "belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır".


Yusuf Suresi'nin tefsirinde, bazı müfessirler; Yakub Aleyhissselam'ın Yusuf Aleyhisselam'dan ayrı düşmesinin onu ne kadar çok sevdiğini "diline" getirmesine bağlı olduğuna işaret ederler. Yine, Yusuf Aleyhisselam'ın kardeşleri tarafından kuyuya atılmasının ardından kaybını babalarına bildirirken uyduracakları bahaneyi, yalanı, yine Yakub Aleyhisselam'ın, onların Yusuf Aleyhisselam'ı oyuna götürme izni istediklerinde, onlara cevaben "O'nu kurdun yemesinden korkarım" demesinde bulduklarına işaret ederler.

Müfessirler, Yusuf Aleyhisselam'ın kadınların huzurunda onların kendisine yapmasını telkin ettikleri kötü şeyi reddederken, "sizin bana teklif ettiğiniz kötü şeyi yapmaktan ise zindana düşmek bana daha sevimlidir" demesinin, zindana düşüşüne sebeb olduğunu beyan ederler.

Zindanda, rüyalarının tabirlerini yaptığı iki zindan arkadaşlarından, çıktıkları vakit kendisini dışarda hatırlamalarını ve hükümdara hatırlatmalarını dilemesini de, dilinin belası olarak unutulmayı, hatırdan çıkarılmayı doğurduğunu beyan ederler.

Velhasıl, tarihin ilk günlerinden bu yana, insanın en büyük düşmanının kendisi ve hassaten dili olduğunu anlıyoruz. Dil belası, dîl yarasına sebeb. Dîl yarası, hem bu dünyanın hem ahiret hayatının mahvolmasına sebeb.

Ne belâ şey.

Tekrar edelim.

EL-BELÂU MÜVEKKİLUN BİL-MANTIK.

BELÂ AĞIZDAN ÇIKAN SÖZE BAĞLIDIR.

Peki bu hususta acaba dirâyetimiz ne kadardır dersiniz.

Kendi hayatlarımıza şöyle bir göz attığımızda, cevabın bizi memnun edecek şekilde olduğunu düşünüyor musunuz?


Bana hiç sormayın. Çünkü,

YUSUFLUK CÜRMÜNÜ ÇOKTAN İŞLEMİŞİM BEN.


Not: Yazı üstündeki resim bana aittir. Ancak çizim, Erdal Başçı'nındır. Kendisi gayet yetenekli bir ressam aynı zamanda fotoğraf sanatçısıdır. Bu çizimin 92/93 yahut 94 yıllarına ait olduğunu düşünüyorum.



Mahmut ÇETİN

12.08.09 Kilis


İZHÂR-I HÂL

4.08.2009




ben aşık oldum sarardım soldum
gönlümde buldum seni Allahım
gönlüm yaralı dermana geldim
bu tatlı cânı kurbana geldim

yüzümde yâre gönlümde yâre
senden bir çâre ulu Allahım
gönlüm yaralı dermana geldim
bu tatlı cânı kurbana geldim




GÜNLÜKTEN

27.07.2009





Ramazan ayının arafesinde sayılırız. Yine eski kayıtlarımı karıştırırken yıllar evvelinin kısa günceleri gözüme takıldı.

"Bugün Bekir Çakır amcaya davetliydik ancak benim iftardan hemen evvel rahatsızlanışım gitmeme engel oldu."
27.03.92 Cuma

"Cumartesi gecesi Sıhhiye'de Kudret'le karşılaşıyoruz. Cafer, Yusuf, Fahri ve ben duraktayız. Eryaman'dan geliyoruz. Ali Ceran'a davetliydik. Mücella'dan geliyormuş Kudret."
28.03.92 Cumartesi

"Çıdam standında İSMET ÖZEL kitaplarını imzalıyor.
Esmer, ufak yapılı biri. "Bakanlar ve Görenler"i alıyorum. Ayrıca Kudret'in de önceden almış olduğu kitapları imzalatıyorum. Kudret'in kitaplarındaki osmanlıca okuma notlarını farkedince merak ediyor. Biraz dikkatle bakıyor ve sonra 'arkadaşına selamımı iletirsin' diyor.
Kudret'in babası, 9 Eylül hastanesine kaldırımış. Kalbinden rahatsızmış. Allah şifa versin.
Bu yüzden erken gitmek zorunda kalıyor memlekete.
Bir de tefsir aldım. Cafer için de Furkan Tefsiri... 100.000 TL."
29.03.92 Pazar

"Âdem (a.s)'in pişmanlıkla ağlaması secde halinde, ve o gözyaşlarının toprağa düşerken çıkardığı ses ve o damlaların sel oluşu ve akışı ve çağlayışı ve göğsündeki o korku, pişmanlık, hasret, hüzün ve aşkla yanan, kavrulan kalbinin tok sesleri,
ilk mûsiki nağmeleri olsa gerek..."
10.10.92 Ankara


Ve diğerleri...



Mahmut ÇETİN
27.07.09 Kilis

TUHAF ACI

26.07.2009





İçimde bir acı var şu an.

Tarifi yok.
Öylesine derinlerde ki bu acı, tarifi şöyle dursun ona bir sebeb de bulamıyorum. Ama sebebsiz olan ne var ki?
Neyi sebeb kabul etsem, bu acıyı kaldıracak kudreti görmüyorum onda. Ya da hiçbir şeyi sebeb kabul edemiyorum acım için.
Bir tuhaflık bu.

Sanki ikinci bir bedenim gibi müşahhaslaşmış ve öylece geçip durmuş karşıma. Seyreyleyip durmakta iri, derin gözleriyle. Çöl gibi...

Aslında bu safhadan itibaren yabancı olmadığımı farkediyorum bu acıya. Bir başkası olsam yine ben olur muydum acaba? Bu acı yine bulur muydu başka beni?

Kanım aksa duyduğum acı bunun yanında hiç olurdu. Yahut sevdiğimin ölümüyle duyduğum acı, yanına yaklaşamazdı.

Bir ağırlık vermiyorum ona. Ne de bir isim. Yalnız acı.
Evet, acı çekiyorum sadece.

Saklanmış.

Kollamakta beni. Sanki başka hayatlarda da beni kollayacak gibi.
İsmime iliştirilmiş gibi. Kokusu kokuma sinmiş gibi.
Şimdi şehrin en kalabalık caddesine koşup, tek bir ses duyurmadan ama avaz avaz bağırtıp (içimden) ağlatacak kadar ağır bir acı.

Sebeb?

Yok.
Sadece çektiğim acı.
Benim acım.
Hiçbir yere koyamadığım...
Hiçbir yere sığdıramadığım...
Işıksız...
Gölgesiz...

Kevnin en uzak noktasında dahî beni bulacak bir acı...



Mahmut ÇETİN
26.07.09 Kilis

KIYAMET İNSANLARI

24.07.2009



Sevginin hayatın zübdesi olduğunu öğrendik.


Hazreti Muhammed için "muhabbetten oldu hasıl" buyuruldu.

Samanlığı seyran makâmına tebdîl eyleyenin iki gönül arasındaki muhabbet olduğunu, diline pelesenk eyleyen bir halk olduk.

Ammaaa...

Elân, hâl-i perîşânımıza farklı vasıtalar ve vechelerden şöyle kabaca bile bir bakışla baktığımızda bugün, vaesefâ...

Cinnet toplumu diye isimlendirmek dahî ifade yönüyle kifayet kâbiliyetinden hayli uzak bu ülke insanlarını.

Sosyologlar hangi sebebleri irdelerse irdelesin, psikologlar hangi çözümlemeyi yaparsa yapsın, ahlâkçılar yahut din adamları hangi günahdan, edebden, ayıpdan bahsederse etsin; bu gidişâtın durdurulması bir yana, artan bir ivmeyle felâketler girdâbına dönüşüp duran yaşanan hayat, ayıktırmalı değil mi bizleri?

Hangi çoklukta olursa olsun, bir metâ için hangi nefes feda edilmeyi hak eder?

Hangi sebeble olursa olsun, hangi nefes öfke ateşiyle pişip kavurulmayı hak eder?

Hangi varlık, bir kelebek kanadının sıkleti kadar dahî olsa, merhametsizliği hak eder?

Hangi cân taşıyan, hangi sınıftan, ırktan, dinden, statüden olursa olsun, hor hâkir bir nazarın altında ezilme talihsizliğini hak eder?

İnsan, insan oluş değerlerinin sahiplik mesuliyetini taşımadığı vakit,
İnsan, sonsuz hayatı yanlış mekânda ve yanlış şekillerde aradığı vakit,
İnsan, adâleti özünden değil, hayatın kendinden beklediği vakit,
İnsan, herkesi ve herşeyi, her zamanda âdalet terazisine vurmaya kalktığı vakit,
ya da
hepten bu tartıyı ortadan kaldırdığı vakit,
İnsan, her türden korkuları libas gibi üzerinde taşımaya başladığı vakit,
İnsan, su ile kanı birbirine karıştırdığı vakit,
İnsan, toprağın namusunu berheva ettiği vakit,
İnsan, ar damarını çatlattığı vakit,
İnsan, her kutsalın ruhunu soyup, kalanıyla istihzâ bâbından alâkadar olduğu vakit,
İnsan, gözyaşı ve kanla beslendiği vakit,

ve kuşların terkedişinın ardından,

kıyameti beklemelidir.


Mahmut ÇETİN
24.07.09 Kilis




HAYATINDAN MI SIKILDIN?

22.07.2009

Defterdâr Sarı Mehmed Paşa'nın Zübde-i Vekayiât'ında beni hayli sarsan kısa bir hadise kaydını okumuştum yakın zamanlarda. Bu ibretâmiz ve tefekkür ve şükür kapılarını açma yolunda pek bir tesirli olacağına inandığım hadiseyi, burada, kitaptan aynen nakletmek istiyorum.

"İLÂHÎ KUDRETİN ŞAŞIRTICILIĞI

Yaratıcı kudret sahibi olan Allah'ın hikmetiyle, bir hastalık neticesi iki elleri bileklerinden ve iki ayakları topuklarından düşmüş, elsiz ayaksız bir şahıs, doğduğu yer olan Bolu'dan İstanbul'a gelmiş, meşhûr hattat Suyolcu'dan sülüs ve nesih öğrenmiş, tahsilini tamamladıktan sonra bir en'am-ı şerif yazarak âlemin sığınağı olan Padişah'a arzetmiştir. Böyle garip olayı Padişah hazretleri bizzat görmek istediklerinden, adı geçen şahıs huzuruna getirilmiş ve huzur-ı humâyunda kendisine bir satır sülüs ve bir satır nesih yazdırıldığında görülmüştür ki: İki bileklerinin uçları ile divitini belinden çıkardı, kâğıdı yere koydu ve kalemi de iki bileklerinin ucuyla sağlam olarak tutup, normal kâtipler gibi çekinmeden yazdı. Allah her şeye kâdirdir. Kendisine bir miktar para ihsan edildi. Ayrıca günde yirmi akçe duâgu maaşı bağlandı."

Mezkûr şahsın azmine doğrusu, ancak selam durulur. Hal-i hâzırda herhangi bir uzuv noksanlığı bulunmayan insanların bile kolayca başaramayacağı bir sahada, ülke yöneticisinin huzurunda, hem de takdir edilme becerisini dahî göstermek, hiç şüphesiz defalarca alkış ve hayranlıkla karşılanacak bir haldir.

Bir diğer takdire şâyân hâl ise, ülke idaresindeki eşhâsın, tebâsının durumunu takip ve değerlendirme yönünde gösterdiği âlicenaplık ve dirâyetkârlıkdır.

Bu yazıya sebeb olan aslında, bugün sosyalleşme (!) sitelerinin birinde rastladığım bir videodur. Videoyu izler izlemez hatırıma düştü yukarda bahsettiğim hadise. Daha önce okuduğum ve ancak hayalimde canlandırabildiğim en mühim uzuvlarından mahrum bir şahsın, azminin hikâyesi, bu defa görüntülü olarak önümde duruyordu. Nick Vujicic.

Doğuştan kolları ve bacakları olmayan Nick'in, sadece iki parmağı olan sağ ayağı var. Buna rağmen isminin hemen ardından söylediği cümle, "hayatı seviyorum, ben mutluyum" oluyor. Ki bu cümleleri çoğumuz en son ne zaman kurduğumuzu bile unutmuşuzdur belki de. Kendi mutluluğunu başkalarıyla da paylaşmasını hatta başkalarının mutsuzluklarını giderip hayata bağlanmasını da başarmış Nick.

Doğrusu mahcubiyet duydum izlerken bu şahsı. Nelerden şikâyet ettiğimizi, nelerin yokluğundan dem vurup, ne zenginlikler içerisinde bulunduğumuzu unuttuğumuz için, daha da arttı mahcûbiyetim.

Bir başka açıdan da baktım Nick'e. İnsanın fıtratı açısından. İnsanın ne'liği açısından. Yani, hangi mahrûmiyet içerisinde bulunursa bulunsun, insan, Allah (cc)'ın ruhuna zerkettiği kudret ile, kendine bir şekilde çıkış yolu bulabiliyor. Yeterki içine dönebilsin, verilmeyenlere değil, verilenlere bakmayı bilsin. Yokluklarını değil varlıklarını kıymetlendirebilsin.


Not 1: Yukarda bahsi geçen padişah, IV. Mehmed'dir.
Not 2: "duâgu maaşı", din ve devletin selameti için dua okuyan kişilere bağlanmış olan bir tür maaştır.
Not 3: Yazının başlığı, yine yazıda bahsi geçen sosyalleşme sitesinde rastladığım videoyu yükleyen Mücella Cangir hanımefendiye aittir. Müsamaha göstereceğini umuyorum.




Mahmut ÇETİN

22.07.09 Kilis


NERELERDEYİM?

9.04.2009

En son girdi, mevlid-i nebi münasebetiyle bir tebrik mesajı idi. Bir aylık bir uzaklık, mecburi bir yazmayış... İcbar eden sebeb yahut sebebler?

Pek çok.

Ancak şu an bunları yazmaya niyetli değilim. Birçok mevzuda yazmak istiyorum. En başta merhum Muhsin Yazıcıoğlu hadisesi ile ilgili. Pek çok kişi pek çok mekanda bu hususta yazdı çizdi. İşi sulandırdı. Dezenformasyon boyutu ise haddi hayli aşmış durumda. Kasıtlı ve de salakça olanlar da dahil, bu dezenformasyonun işinin erbabı şahıslarca kotarılıp, küçük beyinlerce muhtelif vesile ve vasıtalar yoluyle sunulması, hadiseyi uzaktan ve basiret gözüyle takip eden vicdan sahibi insanları bile zaman zaman çileden çıkartacak derekede gayri ahlâkî şekillerle tezahür etti.

Burda, bu olayla ilgili düşünceleri netleştirecek fikirler vardır diye düşünüyorum.

Ayrıkalan'da, bu hususta geniş çaplı bir değerlendirme yazısı yazmayı düşündüm. Verileri toplamak ve değerlendirme yapmak, sunulmayanı görmeye çalışmak niyetiyle...
Yakında inşaAllah.

Yine sıcak gündem maddelerinden biri de Barack Obama'nın ziyareti idi. Yine bir dezenformasyon ve alçaklık kompleksi kokulu kokteylleri vardı yazılı ve görsel medyada. Tabii siyasi arenada da. Obama hakkında görüşümü yazibilim.com'da, "2008 yılı sonunda Amerika’da yapılacak başkanlık seçiminin en önemli ve favori adayı Barack Obama’nın dünkü Iowa zaferinin ardından, insanlar ciddi olarak ilk defa bir siyahi ABD vatandaşının bu ülkenin başkanı olabileceğini düşünmeye başladılar." cümleleriyle belirtmiştim. İmza analizimdeki isabetin ne derece olduğunu sizlerin yorumlarına bırakıyorum.

Ancak, o vakit elyazısına ulaşamamıştım. Anıtkabir Özel Defteri'indeki yazısına ulaşmak için bekledim ancak düne kadar yayınlanmamıştı. Birkaç dakika önce tekrar kontrol ettim. Maalesef yazı konulmuş lakin tarama son derece berbat ve küçük. Ancak buna rağmen en kısa zamanda Obama'nın elyazısı analizini de yazibilim.com'a alacağım inşaAllah.

Obama hakkında benim bu ziyarette edindiğim en kesin bilgi, O'nun gayet iyi bir oyuncu olduğu ve rolünün hakkını ziyadesiyle verdiği yönündeki bilgidir. Gayri daha ne denir ki?





GİZLİLİK İLKESİ

gidenler.blogspot.com sitesi olarak kişisel gizlilik haklarınıza saygı duyuyor ve sitemizde geçirdiğiniz süre zarfında bunu sağlamak için çaba sarfediyoruz. Kişisel bilgilerinizin güvenliği ile ilgili açıklamalar aşağıda açıklanmış ve bilginize sunulmuştur.


Kayıt Dosyaları
Birçok standard web sunucusunda olduğu gibi
gidenler.blogspot.com'da istatistiksel amaçlı log dosyaları kaydı tutmaktadır. Bu dosyalar; ip adresiniz, internet servis sağlayıcınız, tarayıcınızın özellikleri, işletim sisteminiz ve siteye giriş-çıkış sayfalarınız gibi standard bilgileri içermektedir. Log dosyaları kesinlikle istatistiksel amaçlar dışında kullanılmamakta ve mahremiyetinizi ihlal etmemektedir.Ip adresiniz ve diğer bilgiler, şahsi bilgileriniz ile ilişkilendirilmemektedir.

Reklamlar
Sitemizde dışarıdan şirketlerin reklamlarını yayınlamaktayız (Google, v.s.). Bu reklamlar çerez (cookıes) içerebilir ve bu sirketler tarafından çerez bilgileri toplanabilir ve bizim bu bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Biz Google Adsense, vb. şirketler ile çalışmaktayız lütfen onların ilgili sayfalarından gizlilik sözleşmelerini okuyunuz.

Çerezler (Cookies)
“Cookie - Çerez” kelimesi web sayfası sunucusunun sizin bilgisayarınızın hard diskine yerleştirdiği ufak bir text dosyasını tanımlamak için kullanılmaktadır. Sitemizin bazı bölümlerinde kullanıcı kolaylığı sağlamak için çerez kullanılıyor olabilir. Ayrıca sitede mevcut bulunan reklamlar aracılığıyla, reklam verilerinin toplanması için cookie ve web beacon kullanılıyor olabilir. Bu tamamen sizin izninizle gerçekleşiyor olup, isteğiniz dahilinde internet tarayıcınızın ayarlarını değiştirerek bunu engellemeniz mümkündür.

Dış Bağlantılar
gidenler.blogspot.com sitesi, sayfalarından farklı internet adreslerine bağlantı vermektedir. gidenler.blogspot.com link verdiği, banner tanıtımını yaptığı sitelerin içeriklerinden veya gizlilik prensiplerinden sorumlu değildir. Burada bahsedilen bağlantı verme işlemi, hukuki olarak “atıfta bulunma” olarak değerlendirilmektedir.

İletişim
gidenler.blogspot.com sitesinde uygulanan gizlilik politikası ile ilgili; her türlü soru, görüş ve düşüncelerinizi bize mahmuttcetin[at]gmail.com adresinden iletebilirsiniz.

MEVLİD-İ NEBİ

8.03.2009




Hayırlara vesile olması temennisiyle, tüm inananların kandilini tebrik ederim.

NE BİLİNİR NE BİLİNMEZ

6.03.2009



b

elâ gözündendir sıcaklığı bakışının


dilinden azabla yıkanmış benefşe gazeli
şehir
bol pençeli karabasanları ürkek ceylanların
yâr
ah yâr!
elâ gözlerinden süzülen bir katre gözyaşıyla yıkadığı
benefşe gazelini

şehrin pençesinde ürkek yürekle terennüm eden
ebede vurgun vedûd tenlerin ağartısı
ışıtırken günleri

aşkınca
divânece
mecnûnca
ararken hâlâ 'ebedî mûsikîyi'
derûndan sızan ilâhi nağmeyle sıyrılır
da

ruh
-kelimeden mânânın sıyrılıp çıplak bıraktığı gibi kelimeyi sadece mûsîkisiyle-
erer damlasındaki ummana kıyısız

"ve
ne bilinir ne bilinmez
bilinse söylenmez söylense bilinmez"


Mahmut ÇETİN
27.04.94 K.Tepe/Ankara

ŞAİR TURGUT CANSEVER

23.02.2009



Biliyorum. Başlığı okuyanlar, biraz şaşırmış olabilirler. Ancak benim, şu an ebedîyete göç etmiş bu nazik insanın nazarımdaki kabulü, bir şiir üstadı olmaklığıdır.

Şehirde mekan ve yaşam olgusunu fikir ve kültür, inanç ve ahlak, estetik ve tevazu, sadelik ve bilgelik, nizam ve ölçü hakikatleriyle yoğurup, derin ihtilaçlarla boğuşan ve kokuşmuş sığlıkların sasılığında ruhunu yitirmiş şehrin nefes alınabilen yegâne mekânlarının ortaya koyucusu olmuş bilge insan Turgut Cansever'i, bu sebeble, bir Yahya Kemal'den, bir Ahmet Haşim'den ve hatta bir Fuzulî'den daha az şair, addetmiyorum.


Belki on beş yıl belki daha fazla bir zaman önce, özel radyoların henüz yayılmaya başladığı vakitlerde, bir radyo programında dinledim ilk kez merhumu. Tabii tanımıyordum. Kültürden, fikirden, tarihten, edebiyattan, düşünceden velhasıl arda arda sıraladığı yoğun bilgi sağanağının altında zihnimin epeyce ezildiğini, takatten kesildiğini iyi hatırlıyorum. Ve böylesine akıcı, rahatsız etmeyen, her kelimesinin içi dopdolu, ışıltılı, parlak bir konuşmanın neticesinde, hayran olmuştum kendisine.

Geçtiğimiz pazar günü vefat haberini duyunca, o ilk dinlediğim radyo sohbetini hatırladım.

Bir güzel insan daha eksildi dünyadan.

Allah, rahmetiyle kuşatsın, en güzel isimleriyle kutsasın, mekânı cennet olsun.


HİKÂYE: GİRİŞ

18.02.2009

Uyandı.


Tuhaf bir sızı yüreğinde. Ve yabancılık hissi. Bu kadar çabuk içini titretip, böylesine ürküteceğini bu şehrin, hiç düşünmemişti. Zannetti ki, kadim bir dostun kucağına varacak, ve dostu onu ayakta, sıcak bir gülücükle istikbal edecek...

"İstanbul. Nihayet", dedi.

İstanbul. Yedi Tepeli Şehir, İnciden Gerdanlıkla Bezeli Cihan Perisi, Kostantin Kenti, Asitane, Belde-i Tayyibe... Ve öteki bütün isimlendirmeleri, benzetmeleri fikretti. Belki biraz da zorlamayla. Zorladı. Çünkü, gerçekten gariblik hissi pek derine vurmuştu keskin hançerini. "Şehrin gölgesi bile ürkütür insanı", diye bir avuntuya sığınmak istedi. Ama o, şimdiye kadar bütün gelişlerinde hiçbir vakit bir şehir gibi, daha doğrusu, şu an hissettiği, gördüğü, kokladığı, temasa geçtiği böylesine bir şehir gibi bulmamıştı İstanbul’u...

Sema, çelik rengiyle ne kadar ağırlığı varsa boşaltmıştı birkaç saat evvelinden. Caddeler ıslak. Sur dibinde bir kuytuya kısılıp kalmış, yarıçıplak, orta yaşlı bir adam gözüne ilişti en son, çevirmeden gözlerini dışarısının tedirgin ettiği görüntüsünden otobüsün hostesine.

Yapılan uyarıyı dinledi. Kabanını giyindi. Okumak için yanına aldığı kitabı kabanının cebine yerleştirdi. Perona giren otobüsün durmasını beklemeden diğer yolcular kapılara üşüştü. Sakin adımlarla inerken basamaklardan, bacaklarının nedense titrediğini hissetti. Düğmeleri ilikledi, yine titreyen elleriyle. Ve dişlerinin birbirine kenetlendiğini de sonradan farketti. Soğuk yoktu. Yağmur yağmıştı, ama böylesine titremeye sebeb olacak kadar soğuk olmadığını kendi de biliyordu. Bunun gerginliğinin belirtisi olduğunu düşündü. “Allah büyüktür, O ne dilerse, hayır odur,” dedi içinden.

Bagajını aldı. Birkaç adım uzaklaştı. Simsarlar etrafını çevirmişti hemen. “Nereye kardeş, İzmir mi?” Durdu, simsarın yüzüne baktı... “Hayır, Yenibosna...”

Otobüsün içindeyken gördüğü sefil adamı farketti yine. Kirli elleri arasında tuttuğu tüylü bir şey dikkatini çekti. Dikkatle bakınca bunun küçük bir kedicik olduğunu gördü. Yanaştı. Adamın gök mavisi gözlerinin, bedeninin bütün o itici, tiksindirici görüntüsüne tezat, çok çekici, kavrayıcı hatta muhatabını sıkıca sarıp sarmalayacak kadar kavi bir nazarı olduğunu farketti. Birden ileri geri sallanmaya başlayan adamın ağzından belli belirsiz duyduğu cümle, o vakte kadar titreyen bacaklarının ve bilhassa dişlerinin tıkırtısının aniden kesilmesine sebeb oldu.

“Ne var ne yok Yusuf? Hiçbir şey yok! Ne var ne yok Yusuf? Hiçbir şey yok!”

Vücudunun ısındığını hissetti. Tedirginlikle, daralmayla, sekaletle tazyik altında yaşadığı son saatlerinin bitiricisi oldu bu an.

Gözlerini dikti adamın gözlerine. Elini cebine soktu. Mola yerinden aldığı çikolatayı, uzattı adama. Usulca, kulağına eğilerek ve fısıldayarak: “Hoşbulduk, eyvallah!” dedi ve Yenibosna dolmuşlarını beklemek üzere caddenin karşısına geçti hızlı adımlarla...

YENİ BLOG

30.01.2009

www.ayrikalan.blogspot.com

Uzun zaman önce aldım ismi. İçerik konusunda da epeyce düşündüm. Ve ennetice, dün ilk yazı yayınlandı ayrıkalan'da.


"ayrıkalan", ayrık fikirler sunacak. Hadiselerin içyüzünü görmeye çalışacak. Görüneni değil görünmeyeni, gösterilmeyeni bulmaya, göstermeye çalışacak. Biraz aykırı ancak hepten muhalif değil. Belki bilinenleri ele alacak ancak detayları gözden kaçırmayacak.

Saha sınırlaması düşünmüyorum. Her tür içerik yer bulsun istiyorum. Siyaset, ekonomi, tarih, müzik, güncel, felsefe, tarih, din, yerel ve genel coğrafya, köy, ziraat, web ve ilişkili her şey, talim ve terbiye, spor, edebiyat, bilim ve teknik vesaire vesaire.

Bu kadar geniş sahada düşünmek ve yazmak, hele farklı olanı, ayrık alan'da, ayrık fikirle takdim etmek hayli zor ve tehlikeli olacak. Bunu biliyorum.

Bu zorluğu aşmak için başvuracağım en kavi dayanak, siz okurların yorum ve takibi olacaktır. Bu sebeble, bu kolaylığı bana sağlayacağınızı umuyor,


Hayırlısı olsun, diyorum.

MEHTERÂN BÖLÜĞÜ! GAZZE'YE!

17.01.2009



Bugün Gazze'de gayri insanî ve ahlâkî biçimde ve şeneatle devam etmekte olan kıyımı bir şekilde durdurmaya gücü yetmeyen alem-i islâmın, biraz da geçmişine göz atması gerekmez mi?


Nice azim ve kavî düşman ordusunu, bu milletin aziz ordusu, sadece silah kullanarak mı mağlub etmiştir? Yoksa, kimi zaman silahlardan daha müessir başkaca kuvvetleri olmuş mudur?

Elbette!

Mesela, yiğitlerin canlarını fedâ etmekte yarıştıkları anlarda, ulemâ ve meşâyih ve dervişân ve garibân ve ağzı süt kokan bebeleri kucaklarında analar da, saf gönüllerle Allah-u tealaya niyaz etmekten geri kalmamışlardır.

İstanbul'un fethi esnasında, Akşemseddin hazretlerinin yüzünü topraklara sürdüğünü, ve bu halde yakarışını Mevlâya ilettiğini hepimiz bilmekte, okumaktayız. Yüzlerce, binlerce gönül erinin top seslerine, kılıç şakırtılarına, ok vızıltılarına, hep bir ağızdan ve gönülden 'Allahu Ekber' nidalarını kattıklarını ve...

tüm bu seslerden daha baskın bir şekilde de, Mehteran Bölüğü'nün var gücüyle Osmanlı'nın mehabet, şevket ve salâbetini izhâr edip, küffârın kalbine de korku, hayret ve dehşet hislerini kazıdığını hep okuduk hep dinledik.

Öyleki, düşman askerleri, morallerini altüst eden, yüzlerce davul ve yüzlerce zurnadan çıkan çıldırtıcı, kahredici, ezici, delirtici, parçalayıcı bu sesi durdurmak için, ilk önce mehterân bölüğüne saldırır olmuştur savaşlarda.


Damarında bir damla da olsa Türklük bulunan her insanın, hele de Hücum Marşını dinleyip de, yerinde sakin durması mümkün mü? Hemen şevk ve aşkla dolan, hemen heyecana bürünen cisminin, kabaran göğsünün, maziye akıp giden ve ah çektiren hislerle hemhal olmaması mümkün mü?

PEKİ BUGÜN,
BU MUHTEŞEM SİLAHI, NEDEN GAZZE'DE KULLANMIYORUZ?


Her türden mekanlarda çalıp duran mehter takımlarının, bu takımları meydana getiren eşhâsın, ve dahî her türlü çözüm yollarını düşünüp taşınan herkesin, aklına neden gelmez bu muhteşem silah?

DÜŞÜNÜN!

Teknik imkanlar sonuna kadar kullanılsa, en mâhir elemanları bir araya getirilip yepyeni ve tek büyük bir Mehterân Bölüğü teşkil olunsa, İsrail'in tüm sınırlarının dört bir yanına gerekli ekipman ve teknik donanım kurulsa, gayet yüksek sesle HÜCUM MARŞI bu bölük tarafından icrâ edilse, aralıksız...
gece ve gündüz...
durmaksızın...

NE OLUR DERSİNİZ?

Allah'ın izniyle, bu küffâr gürûhun hali perişan olacaktır. Ben buna eminim. Öyleyse,

MEHTERAN BÖLÜĞÜ,

HAYDİ GAZZE İÇİN...

YA ALLAH!





GAZZE'NİN KÜÇÜK ÖĞRENCİLERİ

7.01.2009

Bugün çok önceden tercüme ettiğim bir Nizar Kabbani şiirini buldum eski notlarımın arasında. Şiirin ismi yok. Şiirin tamamı olmadığını da biliyorum. Ama hangi şiirinden bir bölüm, doğrusu şu an bilgim dahilinde değil ve araştırıp bulmam da biraz zaman alacak. Bu sebeble, Nizar Kabbani'nin Beyrut, Arap ve İslam alemi, Gazze, Filistin konulu şiirlerinden birine ait olan bu kısa bölümün tercümesini, tam yeri ve zamanı olduğunu düşündüğümden, buraya almakta bir beis görmüyorum.

Tercüme, öğrencilik yıllarıma ait olabilir. Şayet şiirin tamamını bulabilirsem (kastım yazıldığı dildeki metni), yine burda yayınlayacağımı bildiririm.

Bu arada, alıntı yapacak arkadaşlardan ricam, link vermiyorsanız bile en azından tercüme eden kişinin ismini iliştirivermeleri olacak şiirin altına. Çünkü, tercüme de bir eserdir ve sahibi de tercümeyi yapan şahıstır.

Burdan bir kere daha Gazze'nin masumlarının kanına giren insanlık düşmanı yahudileri ve yahudiseverleri, Allah'ın lanetiyle lanetliyor, bizleri de bu bezginlik, uyuşukluk, sarhoşluk ve zillet halinden kurtarması için Allah'a niyaz ediyorum.





Ey Gazze'nin küçük öğrencileri!
öğretin bize
kendinizden bazı şeyleri
çünkü
unuttuk bizler

öğretin bize bir erkek olmayı
çünkü
bizdeki erkekler
kadınlara benzediler...



(ÇEVİRİ: MAHMUT ÇETİN)

Blog Widget by LinkWithin