FEEDJIT Live Traffic Feed

ŞAİR TURGUT CANSEVER

23.02.2009



Biliyorum. Başlığı okuyanlar, biraz şaşırmış olabilirler. Ancak benim, şu an ebedîyete göç etmiş bu nazik insanın nazarımdaki kabulü, bir şiir üstadı olmaklığıdır.

Şehirde mekan ve yaşam olgusunu fikir ve kültür, inanç ve ahlak, estetik ve tevazu, sadelik ve bilgelik, nizam ve ölçü hakikatleriyle yoğurup, derin ihtilaçlarla boğuşan ve kokuşmuş sığlıkların sasılığında ruhunu yitirmiş şehrin nefes alınabilen yegâne mekânlarının ortaya koyucusu olmuş bilge insan Turgut Cansever'i, bu sebeble, bir Yahya Kemal'den, bir Ahmet Haşim'den ve hatta bir Fuzulî'den daha az şair, addetmiyorum.


Belki on beş yıl belki daha fazla bir zaman önce, özel radyoların henüz yayılmaya başladığı vakitlerde, bir radyo programında dinledim ilk kez merhumu. Tabii tanımıyordum. Kültürden, fikirden, tarihten, edebiyattan, düşünceden velhasıl arda arda sıraladığı yoğun bilgi sağanağının altında zihnimin epeyce ezildiğini, takatten kesildiğini iyi hatırlıyorum. Ve böylesine akıcı, rahatsız etmeyen, her kelimesinin içi dopdolu, ışıltılı, parlak bir konuşmanın neticesinde, hayran olmuştum kendisine.

Geçtiğimiz pazar günü vefat haberini duyunca, o ilk dinlediğim radyo sohbetini hatırladım.

Bir güzel insan daha eksildi dünyadan.

Allah, rahmetiyle kuşatsın, en güzel isimleriyle kutsasın, mekânı cennet olsun.


HİKÂYE: GİRİŞ

18.02.2009

Uyandı.


Tuhaf bir sızı yüreğinde. Ve yabancılık hissi. Bu kadar çabuk içini titretip, böylesine ürküteceğini bu şehrin, hiç düşünmemişti. Zannetti ki, kadim bir dostun kucağına varacak, ve dostu onu ayakta, sıcak bir gülücükle istikbal edecek...

"İstanbul. Nihayet", dedi.

İstanbul. Yedi Tepeli Şehir, İnciden Gerdanlıkla Bezeli Cihan Perisi, Kostantin Kenti, Asitane, Belde-i Tayyibe... Ve öteki bütün isimlendirmeleri, benzetmeleri fikretti. Belki biraz da zorlamayla. Zorladı. Çünkü, gerçekten gariblik hissi pek derine vurmuştu keskin hançerini. "Şehrin gölgesi bile ürkütür insanı", diye bir avuntuya sığınmak istedi. Ama o, şimdiye kadar bütün gelişlerinde hiçbir vakit bir şehir gibi, daha doğrusu, şu an hissettiği, gördüğü, kokladığı, temasa geçtiği böylesine bir şehir gibi bulmamıştı İstanbul’u...

Sema, çelik rengiyle ne kadar ağırlığı varsa boşaltmıştı birkaç saat evvelinden. Caddeler ıslak. Sur dibinde bir kuytuya kısılıp kalmış, yarıçıplak, orta yaşlı bir adam gözüne ilişti en son, çevirmeden gözlerini dışarısının tedirgin ettiği görüntüsünden otobüsün hostesine.

Yapılan uyarıyı dinledi. Kabanını giyindi. Okumak için yanına aldığı kitabı kabanının cebine yerleştirdi. Perona giren otobüsün durmasını beklemeden diğer yolcular kapılara üşüştü. Sakin adımlarla inerken basamaklardan, bacaklarının nedense titrediğini hissetti. Düğmeleri ilikledi, yine titreyen elleriyle. Ve dişlerinin birbirine kenetlendiğini de sonradan farketti. Soğuk yoktu. Yağmur yağmıştı, ama böylesine titremeye sebeb olacak kadar soğuk olmadığını kendi de biliyordu. Bunun gerginliğinin belirtisi olduğunu düşündü. “Allah büyüktür, O ne dilerse, hayır odur,” dedi içinden.

Bagajını aldı. Birkaç adım uzaklaştı. Simsarlar etrafını çevirmişti hemen. “Nereye kardeş, İzmir mi?” Durdu, simsarın yüzüne baktı... “Hayır, Yenibosna...”

Otobüsün içindeyken gördüğü sefil adamı farketti yine. Kirli elleri arasında tuttuğu tüylü bir şey dikkatini çekti. Dikkatle bakınca bunun küçük bir kedicik olduğunu gördü. Yanaştı. Adamın gök mavisi gözlerinin, bedeninin bütün o itici, tiksindirici görüntüsüne tezat, çok çekici, kavrayıcı hatta muhatabını sıkıca sarıp sarmalayacak kadar kavi bir nazarı olduğunu farketti. Birden ileri geri sallanmaya başlayan adamın ağzından belli belirsiz duyduğu cümle, o vakte kadar titreyen bacaklarının ve bilhassa dişlerinin tıkırtısının aniden kesilmesine sebeb oldu.

“Ne var ne yok Yusuf? Hiçbir şey yok! Ne var ne yok Yusuf? Hiçbir şey yok!”

Vücudunun ısındığını hissetti. Tedirginlikle, daralmayla, sekaletle tazyik altında yaşadığı son saatlerinin bitiricisi oldu bu an.

Gözlerini dikti adamın gözlerine. Elini cebine soktu. Mola yerinden aldığı çikolatayı, uzattı adama. Usulca, kulağına eğilerek ve fısıldayarak: “Hoşbulduk, eyvallah!” dedi ve Yenibosna dolmuşlarını beklemek üzere caddenin karşısına geçti hızlı adımlarla...

Blog Widget by LinkWithin