FEEDJIT Live Traffic Feed

SON GÜN

31.12.2007

İkibinyedi yılının son günü. Zamanın bölümlenmiş bir cüz'ünün nihâyete ermesi, sevinilecek bir şey mi? Ya da üzülmeli mi insan?

Biten bir yıl neyi ifade ediyor sizin için? Yahut biten bir ömür?

Çoğu kimse gerine gerine telaffuz eder şu cümleyi: Geçmişte pişman olacak hiç bir şey yapmadım. Bu sebeble mutluyum, huzurluyum, gururluyum. Falan filan. Aslında bu söylenenlere kendi de inanmıyor ya!

Kimin nedâmeti yok ki! Hayata geldin mi peşinen kabul ediyorsun zaten hatalı olmayı insan olmakla. Kaldı ki hatasız olmayan da insan değildir şayet melek yahut yaptıklarından mes'ul olmayan başka bir canlı değilse. O zaman hatalarının nedâmetini taşımayan, bu mesuliyeti yüklenmeyen bir şahıstır ancak böyle iddialı lafları eden kimse.

Hatalar insanı küçültmez. Tâ ki bilsin ve kabul etsin ve boyun eğsin. Nedâmet duysun. Ve bu nedâmet hissini küçümsemesin. Çünkü insan oluşunu hatırlatır bu kişiye. İnsan olduğunu unutmak, kibir yoluna atılan ilk adımdır diye düşünüyorum ben. Kibir de kişiye yaptıklarını hep doğru olarak gösterir. Ki yukardaki paragrafta bahse konu olan şahsın durumu da bu yola çıkmış olur böylece.

'88 yılında bir teksir kâğıdına karaladığım basit bir çizgiye rastladım bugün arşivimi karıştırırken. Ve o karalamayı çizdiğim ân'a geri döndüm birden. Soğuk bir Ankara günü. Kar da vardı yanlış hatırlamıyorsam. Üzerindeki tarihi görünce yirmi yıl öncesine ait bir belgeye dokunmak, o belgenin oluştuğu mekân ve zamanı tekrardan zihnimde şekillendirmek, epeycesi nedâmetle yoğrulu hâtıraların sasılığı, o anları ve mekânları üleştiğim insanlarla birlikte şâhidi olduğumuz hâdiseleri hatırlamak, içimi tuhaf bir burukluğun doldurmasına sebeb oldu.



























Yirmi yıl... Bir ömür sayılır. Ve bu ömür, benim ömrümün içinde.


2007 yılı, son gününde bende böyle bir his ve hâtırayla nihâyete erdi.

Hayat devam etmekte. Ve ömrümüzü nihâyete bağlayacak günleri sayma tuhaflığı da beraberinde.




AĞLAMAK

29.12.2007

gidenler_ağlamak

Ağlamayı unuttuk.

Nisyanlarımız arasında ağlamak da var artık. Çok büyük acılar içindeyiz. Tarifi imkânsız sıkıntılar ve dertlerle muzdaribiz, lâkin bu hâl-i pür melâlimizin farkında değiliz ne yazık.

Geceleri başımızı yastığa koyduğumuzda, aynı anda bir yerlerde, acılar içinde kıvranan insanların, iffetini yitiren, ırzı hebâ edilen, kanı dökülen, ciğeri sökülen, evlâdı doğranan, aklı karışan, ruhu satılan, izzet ve haysiyet kelimelerinden bîhaber nefes alıp veren, üç kuruşluk değer için canı heder edilen, daha dünyaya bile gelmeden, gözünü bir kere olsun renklerle buluşturmaya fırsat bulamadan katledilen, aldanan, aldatılan, her gün her an farklı maskelerle birbirlerini kandıran, evlâdının gadrine uğrayan, kocasının zulmüyle yaşayan, karısının hıyanetiyle kahrolan, komşusunun hakkını gasbeden, maiyyetindekileri inim inim inleten, merhamet hissinden mahrum, başkalarının acılarından zevk duyan, fikirsiz, ilimsiz, sohbetsiz, gözleri yaşsız insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu hiç farkediyor musunuz acaba?

Bu milletin fertleri bir vakit, ağlayan birini görünce o hisli kalbinin hüzünlenmesine mâni olamaz, o da ağlayanın feryadına iştirâk eder, halledebileceği bir mesele ise elini uzatır, o acıyı dindirmek uğruna didinir durur, hiç olmazsa onunla haldâş olup, en temiz hisleriyle kendisi de gözlerinden yaş akıtırdı.

Bu milletin fertleri bir vakit, ağlamayı âşıklık mesleğinin lâzım-ı gayr-ı mufâriki addeder, sevgilinin hasretiyle pek derin elemlere garkolur, kan çanağına dönmüş gözlerinden kanlı yaşlar akıtır da, bunu hem erkekliğinin hem âşıklığının pek kıymetli bir nişânesi kabul ederdi.

Bu milletin fertleri bir vakit, eli göğsünde, dili kalbinde, gözleri ayak ucunda, simâsı hüzün bulutlarıyla kaplı, her soluğunda yakıcı ateşlerle yıkanmış "âh" nidâlarıyle varırlardı sevgilinin kapısına. Bir nâzara cân verir, bir gamzeyle cismi pür hûn olur, tek bir sâdasıyle mâşukun külliyen mestolurdu.

Yaprak düşse yüreği titreyen, yağmur yağsa hüzünlenen, bir garib görse ağlayan, okuduğu şiirle ağlayan, dinlediği mûsikîyle ağlayan, mumun etrafında dönüp duran pervânenin kaderini bildiğinden ağlayan, "ya Sevgili'nin azarıyle muhatab olursam" endişesiyle ağlayan, "ya Sevgili'nin hayat sunan nazarından mahrum olursam" korkusuyla titreyip ağlayan, ağıdı semânın ağıdına denk mazlumun ağıdına ağlayan, gizli dertlere mübtelâ olup ağlayan, ümitsiz sevdâlara tutulup da ağlayan insanlar hayat sürdü bir vakit bu topraklarda.

Ağlamak, gönül işidir. Yürek ister. Mertlik ister. Merhamet ister. İnsanlık ister.
Ağlamak, paha biçilmez hazinedir. En sert madenleri dahî yumuşatan pek kıymetli bir iksirdir.
Ağlamak, hâl işidir. Kâl ehlinin fehmetmekten uzak olduğu nihân içre bir nihândır.
Ağlamak, hem ruhun, hem gönlün hem cemiyetin en mühim gıdasıdır.
Ağlamak, merhamet hissindendir. Ağlamak rikkat-i kalp nişânesidir.
Ağlamak, nazar-ı Rahmân'ın celbine sebebdir. Ağlamak arzın semâya merhameti, semânın arza merhametine müsebbibdir.
Ağlamak, hakîkat pınarlarını coşturur.
Ağlamak, âlem-i sır perdesini aralar.
Ağlamak, meleklerin dahî imrendiği bir kıymetli hediyedir.
Ağlamak, "unutulmuşlardan" olmamanın habericisidir.
Ağlamak, "unutanlardan" olmamanın beyânıdır.
Ağlamak, Âdem aleyhisselâm'ın insana bıraktığı en güzel mirastır.

Unuttuk ağlamayı. Ağlamayı unutunca, onun getirdiği zenginliklerden de mahrum kaldık. Taşlaşan kalplerin tek şifâsı olan ağlamayı, yeniden öğrenmeliyiz.

Ağlayınız. Hem de hıçkıra hıçkıra. Kan çanağına dönsün gözleriniz.
Ağlayamıyorsanız eğer, ağlayamadığınıza ağlayınız. Çünkü bu hâl, hakikaten ağlanacak bir hâldir.


Mahmut ÇETİN
29.12.2007 Kilis

ŞEHİD -ALİ AHMED SAİD (ADONİS)-

26.12.2007


geceyi gördüğümde alev alev gözkapaklarında

ne bir hurma ağacı
ne bir yıldız çehresinde
bulamadım

esip durdum rüzgâr gibi
tepesinde
ve bir kamış gibi
kırıldım


(Çeviri: Mahmut ÇETİN)
'99 Ankara

BAYRAM

23.12.2007


Araplar bizim kullandığımız mânâda bayram kelimesinin karşılığı için 'ıyd kelimesini kullanırlar. AVD (عود )kök kelimesinden türemiştir. Başlayıp biten, tekrar dönüp tekrar başlayıp biten ve böyle devam eden anlamında bir kelimedir. Istılah mânâsiyle de, mu'tad olmuş sevinç ve huzur vakti mânâsını ifade eder.

Türkçemizde ise, kelime kökeni incelendiği vakit, en erken kullanımının onbirinci yüzyıl Karahanlı yazı türkçesinde, "badram" şekliyle, yine meşhûr Dîvân-ı Lügât-it Türk'de ise Oğuzca olarak kaydedilen kelime, "bayram" şekliyle tarih sahnesinde yerini almıştır.

Pehlevi dilinde bu kelime "padram", yine eski İran dillerinden olan Soğdca'da "neşe, huzur, mutluluk, sükûn" mânâlarını muhtevi olarak "patram" biçiminde kullanıldığı kaynaklarda belirtilmektedir.

Farsça "pati+" öneki "geri, tekrar" anlamındadır. Yine Farsça "râma", Sanksritçe "ram" kelimeleri de "sükûn, barış, mutluluk" anlamlarını taşımakta. "Patirâma" ya da "Patiram".

Fransızca'daki "resmi tatil, şenlik, kutlama, eğlenti" anlamındaki "fête" kelimesinin "pati" ile benzeşmesi ilginç. "Être â la fête" "Çok mutlu olmak", "Jour de fête" "Tatil günü", "Faire la fête" "Felekten bir gün çalmak".

İngilizce de bu kelimenin tam karşılığı bir anlamı hâiz kelimeye rastlamadım. En azından benim baktığım en meşhûr sözlüklerde yok. "Festival, festivity" kelimeleri ne kadar karşılıyor "bayram" kelimesinin anlamını bilemiyorum. Bir de "bairam" kelimesi var ki, bu da büyük ihtimalle İngilizce'ye aynı dil ailesinden olması sebebiyle Farsça'dan geçmiş olmalı.

Dün son gününü yaşadığımız Kurban Bayramı'nın ardından, zihnime takılan "bayram" kelimesi hakkında yaptığım kısa bir araştırmanın neticesi yukardaki birkaç kırık dökük bilgiden ibaret oldu.

Hep ıstılâh mânâsıyle karşılaştığımız bu kelimenin kökenini merak etmem, aslında kelime köken bilim hakkında ülkemizde yapılan çalışmalar konusunda da birazcık bilgi edinmeme vesile oldu. Ve edindiğim bilgi beni hayal kırıklığına uğrattı.

Her vesile ile zenginliğiyle, işlekliğiyle, geçmişiyle, akıcılığıyla övünüp durduğumuz ve övüp durduğumuz dilimizin, her konuda ihtiyacı karşılayacak kaynaklar açısından maalesef mahrum olduğunu görmek, bir kere daha bu dili seven ve konuşan, bu ülkenin bir vatandaşı olarak ve bir Türk olarak, beni cidden üzdü.

İnşaAllah, bu dile gönül vermiş, bu dile ciddi hizmetler yapma arzusunda olan insanlarımız, önemli bir saha olan kelime köken bilimde de kıymetli eserler meydana getirirler. Güzel Türkçemizin güzelliklerine ulaşmaya çalışan insanlara rahatlatıcı, tatmin edici, doyurucu kaynaklar takdim ederek, büyük bir hizmeti ifâ etmiş olurlar.


Mahmut ÇETİN



MEVLÂNÂ VE ŞEB-İ ARÛS

18.12.2007



































Negoftemet merov ancâ ki âşnât menem

Derîn serâb-ı fenâ çeşme-î hayât menem




Oraya gitme demedim mi sana,

seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi?

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî



Mânâ sultanları aynı zamanda söz sultanlarıdır da. Mevlânâ Hazretleri de bu sultanlığın sertâcı olsa gerek.

Dün bir televizyon kanalında Mevlânâ Hazretlerinin vuslâtının seney-i devriyesi nâmına tertîb edilen Şeb-i Arûs temâşâsını izledim. Temâşâyı kasden kullandığımı belirteyim. Çünkü maalesef cilâcılık alışkanlığı, yüzeyselcilik belâsı burda da kendini fazlasıyla gösteriyordu.

Zemin mükemmel, teknik imkânların elverişliliği had safhada, sunucuların vazifelerini icrâda gösterdikleri âzami cehd o kadar belirgin ki rahatsız edici olduğunun farkında bile değiller. Kadınlı erkekli grupların vaziyetine bakılınca hissedilen bu yüzeysellik daha da fazla farkediliyor.
Mûsîki icrâ heyeti de mûsîkinin gereklerini yerine getirmede hayli başarılılar.

Ancak; mesele nedir peki bu kadar olumlu sözler sarfediyorsam?


Mesele, tüm bu olan bitenlerdeki ruh eksikliği. Samimiyet eksikliği. Özden mahrum kabukta kalmış şahısların ortaya koydukları eserden hangi içtenliği, hangi kalbe tesir edici güzelliği görebilir ki aklı başında, gönlü açık herhangi biri.


Mevlâna Hazreteleri de ne yazık modernite illetinden payını aldı. Özünden gayrı her şeyin muhafaza edildiğini bilse, tekrar be tekrar demez miydi "ben tümünüzden bîzârım, ben bütün yaptıklarınızdan bîzârım, ben sizin kabukta kalan anlayışınızdan bîzârım". Demez miydi? Derdi.

Bana hep soğuk geldi ta en başından bu yana Mevlânâ Hazretlerinin böyle her kesimden, her dinden insanın diline dolanmış olması. Hiçbir zaman kabul etmedim bu çabalarda bir hüsnüniyet bulunduğunu. Bu son şeb-i arûs temâşâsında da bu haklılığımı görmek, hem üzüntüye hem iç rahatlığa sebeb oldu.

Mevlânâ Hazretleri, kendine yüklenen tüm sıfatların hepsinden evvel, bir velîdir. Velâyet hakkında bir bilgisi olmayanlar yahut velâyet muhalifi şahısların ne kadar tavsifi varsa O'nun hakkında, O, hepsinden de berîdir, hepsinden de arıdır. Nasıl ki Hazreti Peygamber, kendine atfedilen sıfatların hepsinden önce resul ise, peygamber ise, aynen Hazreti Mevlânâ da, tavsif edenlerin tavsifinden uzak, bir Hakk âşığı, bir velî kuldur. Gayri hükümler ve sahipleri, hüsnüniyetten uzak, ardniyetli ve Mevlâna'nın kendilerinden "bîzâr" olduğu kişilerdir.


HÂTIRALAR

16.12.2007


























Geceleri uyumayan gözlerimin yorgun ışığı semânın karanlığını delen yıldızlarla birlikte titreşip dururken, yüzünün hayâlinden bile uzak ruhum; arzularıma, yalnızlığıma, talihime, gam ve keder yüküyle kaddi bükük gönlüme biricik enîs olasın diledi.


Binlerce sır içinde söze gelen ancak bir harften ibaret.

Bu sırrı bilen de gönlüne gömmekten gayrı yol tutamaz.

Diledim ki; sırrım sırrın olsun, elin elimde olsun, gözüm gözünde olsun. Lâkin, kader hükmünü başka türlü icrâ eyledi.


İki ayrı gönül değil, sanki tek bir gönül iki ayrı tende idi. Benim dilim senin gönlünün tercümanı idi, senin dilin de benim gönlümün. Hatta çoğu vakit tercümana bile lüzum kalmaz, gönülden gönüle akışla bilirdik birbirimizi. Türlü ıtırlarla ferahlık veren o vuslat bahçesinin gülleri gibi tek bir bakışınla mest eder, divâne gönlüme en tatlı menbalardan daha tatlı hayat sularını sunardın yakut misâli leblerinle.


Heyhat!


O sürûr dolu saatler artık mâzide kaldı. Ve sen de ruhumun derinliklerinde kurumayan bir yarasın artık.

GAYRİ SÂFİ MİLLÎ HÂSILADA SAADETİN PAYI

14.12.2007

İstatistikler her zaman bana itici gelmiştir. Hatta iticilikten de öte, tiksindirmiştir yüzsüzlüğüyle. Herkesi herşeyi tek bir çizginin sınırlayıcılığında toplamak, bu bilimi icad eden düşüncenin/düşüncelerin pek de sâf olmadığına apaçık bir delildir.

İstatistikte zenginin de bir lirası vardır fakirin de. Dağdaki çoban da gelişmişlik mikyası addedilen kağıt kullanımından payına düşeni alır, memleketin en yüze gelir sermayedârı da.

Hep bir somutluk ister insan aklı. Soyut şeyleri bile illâ ki somutlaştıracak, kendi tespitindeki bir şekle sokacak. Yaratıcıyı bile bu fikirle tahtaların, taşların, çeşitli şekillerin sınırlarına dahil etme densizliği de bunun bir göstergesi bence. Kavrayışından aciz olduğu varlıkları, bölmek, parçalamak, ona şekil vermek, sınırlandırmak, eliyle tutup gözüyle görünür hale getirmek aslında acziyetinin en büyük ifadesi.
İnsanların hayatiyetinin rakamlarla ölçülmesi, onların gelişmişliklerinin, zihinlerinin, mutluluklarının, birbirleriyle olan ilişkilerinin rakamlarla ifade edilmeye çalışılması, bu acziyetin devamı bence.

Bir ülkenin vatandaşlarının okuma yazma nisbetinin yüzde bilmem kaç olması, o ülkenin gelişmişlik göstergelerinden bir tanesi. Ama peki, bu vatandaşların neyi okudukları, ne zaman ve nasıl okudukları, okumanın sadece tahsille ilgili olup olmadığı, genel kabul dahilindeki eğitim çarkının haricinde kalan şahısların bu ölçütün neresinde oldukları, bilginin insan hayatındaki etkilerinin, sonuçlarının neler olduğu hususunda dikkate alınan sonuçlar var mıdır? Ya da bu sonuçlar dikkate alınıyor mudur acaba?


Peki, saadet dediğimiz şeyin istatistiki bilgilerini nasıl ediniyoruz? Ya da böyle bir bilgi ortaya konuluyor mudur? Saadetin varlığının toplumda ölçütü nedir? Ülkenin vatandaşları, hangi hal ve şartlarda saadet zenginliğine sahip olmakta, neyi kıyas tutarak kendilerini mes'ud addetmekteler acaba?


Yıllık olarak beyân edilen, gayri sâfi millî hâsılada kişi başına düşen gelir ölçütünün yanında gider ölçütü neden yoktur? Bu gelirin hep para kıymetinde ölçülmesi işlerin yolunda olduğunun beyânı mıdır? Kişilerin yıllık saadet geliri hesaplaması neden bu tabloda yer almamaktadır? Düşen maddi gelirin artırılması yönünde her kesimin kendince çabaları olduğu halde, neden saadet gelirindeki dibe vuruşun önünün alınması için bir tedbir alınmaz?


Mahmut ÇETİN


MECNÛN

13.12.2007

kim dost olur ölüme denildi,
ben dedim
kim evlenir cinnetle denildi,
ben dedim
vakt-i seherde yâr kokusu denildi,
âh dedim


Mahmut ÇETİN
Ankara

ŞİİR-İ GÜLGÛN

ses kıvrım kıvrımdır sükûttan doğan
yapraktaki mûsiki hüznün senfonisi
harfler birer hânende aşkla nâlân
kelimeler kevnin mecnûn çığlığı

sırlarla ketum giz denizi çöl
kumları sanki gözyaşları iştiyâkın
bir katre ıslak ateş ve gül
hikâyesi sonsuz visâl meftûnlarının



'92 Ankara

NÂÇÂR

12.12.2007

sevgilinin ardı sıra bir rüzgâr olsam,
bilirim ki yakarım nazenin tenini,
gidemem.

sevgilinin gözünde bir hayal olsam,
bilirim ki üzerim naif yüreğini,
duramam.

sevgilinin elinde bir gül olsam,
bilirim ki incitirim nazik ellerini,
ölürüm.

sevgilinin gözünde bir bulut olsam,
bilirim ki o da bunu ister
yağmur olur ığıl ığıl
yağarım.

sevgilinin gözünde bir çöl olsam,
derûnumdan süzerim de suyumu
cân olur cânına
sunarım.

sevgilinin gönlünde bir murad olsam,
muradımı muradına katar
ağlarım,
sızlarım,
yanarım...


07.12.07

KISA BİR OKUMA NOTU


























Bu kısa okuma notunu doksanüç martında, Füsûs el Hikem'in "Âdem Kelimesindeki İlâhî Hikmet" faslına kaydetmişim. Bugün kitaplığımdan rastgele seçtiğim bu kitabı, bundan ondört yıl evvel okurken duyduğum hazzı, ne yazık bugün hissedemedim.


"Her yokluk, bir varlığa sebebtir."

"Ferdi varlığımız hâricindeki mevcut varlıkların bize karşı durumları, korkuyu getirdiği gibi, akılla oynamayı daha doğrusu hükmetmeyi becerebildiğimiz vakit, istibdat hususiyetini de kazanıyoruz. Anlık görünüşüne varlığın yine anlık tepkisi (sınırsız türde, şekilde, boyutta) varlığımızın acz ve kuvveti iki tarafında tutan gönülün işi..."

"Meleklerin şuuru yok. O halde insanın melek olma ihtimali de yok. Ancak melekten üstün olma ihtimâli mevcut. Diplerin dibine inme ihtimali de mevcut. Şuurun bu noktada elinden tutan? Sûret asl münâsebeti aksin izhârı, ışığın bilinmemesine rağmen. Işık, suret, asl? Bu izhar, ihtiyâri değil, icbâri."

"Şuur ve şiir. Şuurun bildirdiği şiir yahut şiirin doğurduğu şuur?"


FÂSILA VE MÂZERET BEYÂNI

11.12.2007

Geçen hafta ilk defa şahit olduğum bir windows hatası ile karşılaştım. Diyor ki: "Windows profilinizi yükleyemiyor. Yöneticiniz ile görüşünüz." Ve ardından ikinci hata mesajında da: "Windows yerel profili bulamıyor. Geçici bir profil kullanarak oturumu açmanızı sağlıyor." İlginç.

Bana nedense cemiyetin hal-i hâzırdaki vaziyetini çağrıştırdı bu hata mesajı. Cemiyetimiz de bir profil bozukluğu hatası ile muzdarib sanki. Ve kendine ait olmayan geçici bir profille hayatını idâme ettiriyor gibi.

Bunun ardından pazar günü de elektrik kesintisinin azizliğine uğradım. Kalayım mı gideyim mi çelişkisindeki elektrik, nihayetinde gitmeye karar verdi. Maalesef beraberinde de bilgisayarımı da aldı götürdü. Epeyce zâyiâta sebeb oldu.

Dün akşam bu zayiâtın telâfisinin ardından, tekrar kavuştuk mavili, siyahlı, bayırlık manzaralı temâşaya.

Buraya kadar mâzeret beyânı idi. Umarım okuyucularca mâzur görülmüşüzdür. Kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaAllah. Son yazımdaki Şekspir Efendi'nin veciz deyişine tekrar mâruz kalmaz isek elbette.

Son söz:
"Güneş her halde doğacak. Mühim olan onu seherden uyanık karşılamak."

VERMEYİNCE MABUD...

8.12.2007



























Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,

Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

diyor Shakespeare.

Ya güneşi bilip de dokunamamak, ya yıldızları görüp de uzanamamak, ya içinin sesini tüm benliğinle duyup da dinleyememek, bile bile sevdayı, vazgeçmek, vazgeçmek, vazgeçmek...

Bela bazılarına karşı pek cömert. Kimilerine şöyle bir uğrayıp geçerken, kimilerine de yüzsüz misafir gibi yapışıp kalıyor. Ya bela çekiyor kişiyi, yahut kişi belayı. Ya ceza niyetine yaptıklarının karşılığında görüyor, yahut inceden inceye büyüsün için ruhu.

Meşhur meseldir, "vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud". Hak söz. Doğru söz. Dileyen dilemeyince, sultanlar bile çaresiz kalır. Kaldı ki, Dileyen'in dilemesine söz söylemek haddimize mi! Haşa!

Ancak insanın bunu yaşarken anlatması, yaşadığını anlatması, başkalarının buna inanması gayet zor. Hem pek zor.

Shakespeare ile bitirelim yine. "Bela gelince tek tek gelmez, hep birden gelir."




KADERİN ELİNDE

7.12.2007

gidenler_kaderin_elinde

Çocukluğumda pek çok kere ölümle burun buruna geldim. Geldim diyorum, çünkü biri hariç kalan diğer badireleri çok net hatırlıyorum. Hatırlamadığım, annemin anlattığı hadise henüz yaşamamış iken beşikten tepe üstü düşmem ve bunun neticesinde beyin kanaması geçirmem.
Şimdi ölümle olan tüm bu rastlaşmalara bakınca düşünüyorum ki: "ÖLÜM İNCE İŞMİŞ MEĞER..."

Anne ve babası öğretmen olan, iki kardeşle arkadaşlığımız vardı. İsimleri hala hatırımdadır. Henüz üç yaşımdayım. Çocukluk bu ya, illa öcülerimiz, düşmanlarımız, kötülerimiz, canavarlarımız olacak. Bizim sokağın öcüsü ise yaşlı bir Rus kadındı. Güya kadın geceleri şekil değiştirip, küçük çocukları evine alıyor sonra bahçesindeki kuyuya atıyordu. Bunu kimler uydurur, nasıl inanırız bilmiyorum ama inanmayanın olduğunu da sanmıyorum.

Birgün bu iki kardeş (birinin ismi Savaş diğerinin ki Barış. O yıllar Kıbrıs Savaşı yılları) beni oturmakta olduğum evimizin kapısının önünden alıp, kolumdan sürükleyerek az ötedeki gruba dahil etti ve hemen orda grubun en büyüğü olan ev sahibimizin oğlu Ramazan ile gözgöze getirdi. Ramazan beni sevmezdi. Ben de onu tabi. Mardinliydiler. İki ablası vardı. Evlerinin salonundaki sobanın başında uzun, siyah, parlak saçlarını tararken bana gülümsemeleri, beni sevmeleri donuk bir hayal gibi gözlerimin önündedir hala.

Neyse. Harekat yapılacak. Rus kadın evinde dövülecek, kollarından evin bahçesindeki ağaca bağlanacak ve askerlerin gelmesi beklenecekti. Benim görevim de gözcülük.
Evin yüksekçe duvarına grubun üyelerinin yardımıyla çıkarıldım. İncecik duvar üzerinde, dengemi hemencecik kaybettim ve gerisin geriye pat diye düşüverdim zemine. Buraya kadar olanlar hatırladıklarım. Sonrasını hatırlamıyorum. Çocuklar nereye gittiler, ne yaptılar, eve nasıl geldim? Hiçbiri hatırımda yok. Ancak, gözümü açtığımda başucumda annemi ağlar vaziyette buldum. Bir de yastığımın üzerinde birkaç damla kan.

Hatırladığım ilk ölümle pas geçme deneyimi olan bu hadiseden sonra, yükseklik korkusu bende yeretti.

Kaderin benim üzerimde daha yapacak çok işi vardı. Ve bu öyle görünüyordu ki, epeyce uğraştırıcı bir iş olacaktı.

DERTSİZLİK DERDİNDEN MUZDARİB OLANLAR

6.12.2007




İnsan zekâsı son derece tuhaf bir şey. Alışılmış hayatın dışına çıkıldığı vakit, işleyişi de farklılaşıyor. Bunu en iyi hastalık döneminde farkediyorum ben. Bir de deha seviyesine ulaşan zekâ var ki, benim inandığım, aşkın ortaya çıkardığı bir durum. Hani en güzel en iyiyi elzem kılar ya!


İlgisi yok belki ancak, şu an ismi hatırımdan çıkmış bir şair diyor ki:

Aşk derdinin devâsı kâbil-i derman değil
Terk-i cân derler bu derdin muteber dermanına

Derman isteyen kim!

Bu söyleyişe yakın bir şiir de, bir batılının hafsalasından, ruhundan, gönlünden kopup gelmiş. Diyor ki bu batılı şair:

Yeter, yeter ağladıklarım artık doymuşum,
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum,
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

İşte cân derdinden vazgeçmiş, cânan kucağının hasretiyle ağlayan, sarhoş bir gönül.

Rimbaud'nun hayatını merak ediyorum doğrusu. En kısa zamanda şümullü bir araştırma yapmam gerektiğini hissediyorum nedense şu an. Belki aynı fecrin, aynı ayın ve güneşin dipsizliğini yaşadığımdandır. Belki bu teknenin bana da gayrı yük olduğunu hissetmemdendir.

Ne de olsa böylece yoldaş sayılırız. Aynı yolda gidenler birbirini tanımalı bence.

GÖNÜL VE HÜZÜN

5.12.2007




















Şair:

göçüp gitti suad, kalbim bugün hasta, paramparça,
onun izinin ardında, kurtuluş ümidi olmayan prangalı bir esir
demiş.

Sevgilinin adı avuntu, gözleri sığınak...
Yitirdi gönül "sahra"sını...
Gönül, hayalin hayaline kapılmış...
Gönül, yakıcı bir hayalle mil çekilmiş gözler gibi düşmüş zulmete...

Felek, o keskin ve kesin darbesiyle yine yaptı yapacağını.
Şimdi hangi sığınak avutur seni...

Suad gitti... Evet. Hem pek uzaklara. Erişilmez diyarlara.
Gözden de uzak, elden de, sesten de uzak...

Ey gönül! Peki ya senden?


KELİMELER

3.12.2007

gidenler_kelimeler

Bir kabuk gibi, filizlenmeyi bekleyen fikirlerin üstünü örten...

Bir zırh gibi, saldırılara karşı bizi koruması beklenen...
Bir örtü gibi, bilinmemesi gerekenleri gizleyen...
Bilinmemesi gereken acıları, aşkları, hataları, ayrılıkları, öfkeyi, kini, laneti...
Bir mızrak gibi, pervâsızca, hoyratça kullandığımız dost düşman ayırdetmeden...
Bir sihir gibi, bazen Musa'nın dilinden dökülen, bazen şeytanın kustuğu...

Ölümün haberi de, doğumun haberi de kelime...
Aşkın ilânı da, ayrılığın beyânı da kelime...
İnsanoğlunun büyüdükçe ağulara buladığı en somut soyut varlık, kelime...

Varlığı "ol"duran da kelime, ölümü "öl"düren de...
Meleklerin zikri de kelime, aşıkların fikri de...
Kevnin hazinesinde pırıldayan kalemin yazdığı da kelime, şairin gönül hazinesinden südûr eden de...

Demiri eriten ateşin daha fazlasını aşığın "ah" lafzıyla fezâya taşıyan da...
Gülü rengine boyayan da kelime, garip bülbülün kelimeleri...
Mecnun'u çöllere düşüren de... Aşk kitabında okuduğu Leyla kelimesi...

Cibril-i Emin'in nefesiyle dolu bir kelime, İsa...
Yusuf'u zindana düşüren de... "heyte lek"...

Gözlerin taşıdığı manayı gönüle ulaştıran...
Yağmurun hiddetini bazen... Şimşekle...
Cânândan haber getiren de kelime... Riyh-us Sabâ...

Tarfetul Ayn miktarı yoklukla varlığa bürünmüş kevnin hazinesi...
KELİME...


NE EFSUN!


Mahmut ÇETİN



PAZAR SABAHINDA BİR KLASİK ŞARKININ HİSSETTİRDİKLERİ

2.12.2007

Mutadım üzre, yine güneşi ardımda bırakıp, ondan evvel davranıp uyandım yorucu bir uykunun ardından. Nedense zihnime takılan bu şarkı birden dökülmeye başladı dilimde.

Sesimin pek güzel olduğunu söyleyemem. Ancak bazı klasik sanat müziği eserlerini pek de rahatsız edici olmayacak bir şekilde söyleyebilirim. Ve bundan zevk alırım.Enveri güftesi, Hacı Sadullah Ağa bestesi:

Nideyim sahn-ı çemen seyrini cananım yok
Bir yanımca salınır serv-i hiramânım yok,

bu şarkılardan birisi. Zeki Müren'den dinlemek bu şarkıyı ayrı bir zevk tabii. Onun yorumunu kimseyle kıyaslamak mümkün değil bence. Hele bir de taş plak kaydından dinliyorsanız, azıcık da olsa gönül yangısına uğramış biriyseniz, alıp götürür sizi kimi zaman dinginliklere, kimi zaman nedametle yoğrulmuş yıllara...

Perişan ömrümün neş'esi söndü
Hicran şarabından içtim içeli
Bu cihan gözümde seraba döndü
Sevda-yı zülfünden geçtim geçeli

Telleri inlerdi rebâb-ı aşkın
Gönülden geçerken mızrab-ı aşkın
Herşeyi unuttum kitab-ı aşkın
Akla karasını seçtim seçeli

Hey, hey, hey, hey,
En şen gönüllerde yine gam buldum
Her zevkin sonunda bir elem buldum
Teselli yerine hep sitem buldum
Ağyâre derdimi açtım açalı

Diye inleyen nağmeler, ğârik-i belâ-yı aşk olmuş gönüllerin serâpa ateşe yanması gayesiyle çınlıyor sanki gök kubbede hala.

Blog Widget by LinkWithin